Yargının bir yılı: Kaybolan deliler, katledilen kadınlar…

  • 09:01 25 Aralık 2025
  • Hukuk
Elfazi Toral 
 
İSTANBUL -  Son bir yılın yargı pratiğini değerlendiren insan hakları savunucusu avukat Eren Keskin, cezasızlık politikasının kadına yönelik şiddeti artırdığını söyledi. Eren Keskin, yargının erkek egemen yapısının yalnızca kararlarla değil; geciken soruşturmalar, kaybolan deliller ve uygulanmayan koruma kararlarıyla kadınların yaşam hakkını tehlikeye attığını ifade etti.
 
Türkiye’de kadına yönelik şiddet ve şüpheli kadın ölümleri artarken, yargının bu dosyalara yaklaşımı cezasızlık politikasını daha da derinleştiriyor. Erkek egemen yargı anlayışı, delil toplama süreçlerinden karar aşamasına kadar kadınların adalete erişimini engellerken, failler ise bu pratikten cesaret alıyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ardından kadına yönelik şiddetin daha görünür hale geldiği bu süreçte, Gülistan Doku ve Rojin Kabaiş dosyaları etkisiz soruşturmanın ve yargısal ihmallerin sembol isimlerinden biri oldu. Kürt kadın hareketi ve feminist hareket, tüm cezasızlık uygulamalarına,  şiddete, ve baskılara rağmen mücadeleyi en güçlü şekilde sürdürüyor.
 
Avukat Eren Keskin ile kadın katliamları, şüpheli ölümler ve yargının erkek egemen yaklaşımını konuştuk.
 
“Aslında biz tabii kadına yönelik şiddet politiktir derken de biraz bunu kastediyoruz. Çünkü devletin söylemi, dili ve fiiliyatı ne kadar sertleşirse bu kadın toplumsallaşıyor bu şiddet. Kendi içinde tırnak içinde meşrulaştırılıyor ve kadına yönelik şiddet olarak geri dönüyor.”
 
*Son bir yılın yargı pratiğine baktığınızda, cezasızlık politikası kadınlara yönelik şiddet açısından nasıl bir tablo ortaya koyuyor? Bu tablo önceki yıllarla kıyaslandığında ne görüyorsunuz?
 
Bulunduğumuz coğrafyada son derece erkek egemen bir yargı hakim. O nedenle yargıda bu konuda çok büyük değişiklikler yok. Her zaman erkek egemen bir yargı var. Ama tabii bu, Rojin Kabaiş'in şüpheli ölümüyle birlikte daha çok tartışılmaya başlandı.
 
Ama bu coğrafyada bir yılın günlerinden daha fazla kadın erkekler tarafından katlediliyor. Bir o kadar kadın da şüpheli olarak yaşamını yitiriyor. Şimdi bize göre şüpheli ölümlerin çok büyük bir bölümü de kadın cinayeti.
 
O nedenle yargının bu konuda bir erkek egemen tavrı, iki yavaş yaklaşması, delillerin değerlendirmesindeki sorunlar, olay yeri incelemelerinin eksik yapılması, birçok delilin kaybolması, ya o kadar çok sorun var ki yargıda. Bütün bunların nedeni yargıdaki erkek egemen akıl.
 
Kaldı ki zaten İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesiyle bu akıl çok daha açık bir şekilde netleşti coğrafyamızda. Ben İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesinden sonra kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetlerindeki artışın da bununla bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
 
Çünkü öyle bir algı yaratıldı ki artık sanki kadına yönelik şiddet, yeterince büyük bir suç olarak görülmüyor devlet tarafından. Bu coğrafyanın erkekleri bir algıya kapıldı . Büyük bir artış gözleniyor.
 
Aslında biz 'kadına yönelik şiddet politiktir' derken biraz da bunu kastediyoruz. Çünkü devletin söylemi, dili ve fiiliyatı ne kadar sertleşirse bu şiddet kadın üzerinden toplumsallaşıyor.  Kendi içinde tırnak içinde meşrulaştırılıyor ve kadına yönelik şiddet olarak geri dönüyor.
 
 Bütün bu nedenlerle kadın cinayetlerindeki ve kadına yönelik şiddetteki artışı böyle değerlendirmek gerekiyor.
 
“Kadınlar artık her dosyayı takip ediyorlar. Her cinayet dosyasını, her şiddet dosyasını takip ediyorlar ve eksiklikleri ortaya çıkarıyorlar.”
 
*Kadın katliamlarında sayısal artışın yanı sıra, dosyaların ele alınış biçiminde de bir değişim olduğunu söyleyebilir miyiz? Yargının yaklaşımı failleri nasıl cesaretlendiriyor?
 
Dosyaların ele alınışında çok büyük farklar yok ama artık bu dosyalardaki sorunlar daha görünür oldu. Görünür olma hali,  feminist hareketin ve Kürt kadın hareketinin talepleriyle ortaya çıktı .
 
Daha görünür olunca da eksiklikler, hatalar daha çok ortaya çıkmaya başladı. Bu da,  yargıdaki gerileme değil kadın hareketindeki talep yükselmesi ile ilgili bir şey.
 
Kadınlar artık her cinayet dosyasını, her şiddet dosyasını takip ediyorlar ve eksiklikleri ortaya çıkarıyorlar. Bu giderek yıllar içinde kadın hareketi güçleniyor ve talepleri yükseliyor. Bu anlamda da tabii daha görünür hale geliyor. Ben biraz da bununla bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
 
“Çünkü kadınlar en çok ailedeki erkekler tarafından şiddete maruz kalıyorlar. O nedenle ailenin bu yapısı sorgulanmak zorunda ama bu uygulama yapılmasını isteyen bir yargı söz konusu.”
 
*Birçok dosyada “delil yetersizliği”, “iyi hal” ve “haksız tahrik” gibi gerekçelerle faillerin korunmasına tanık oluyoruz. Bu gerekçelerin sistematikleşmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Haksız tahrik indiriminin kullanılması ya da başka gerekçelerle delil değerlendirmelerinin failden yana yapılmasının en büyük nedeni yargıya egemen olan erkek egemen akıl ve erkek egemen namus anlayışı. Tamamen dosyalara bakarken bir hakimin bu algıdan uzaklaşarak bu erkek egemen namus anlayışından uzaklaşarak dosyalara bakması gerekirken tam tersine bu algıyla bakıyor.
 
Oysa ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti birçok uluslararası sözleşmenin tarafı. Evet İstanbul Sözleşmesi'nden imza çekmiş olabilirler ama kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın önlenmesi sözleşmesi CEDAW'da hâlâ imzaları var. Bunun dışında birçok başka uluslararası sözleşmede imzaları var.
 
Tamamen bu sözleşmeler ışığında dosyalara bakmaları, delilleri değerlendirmeleri gerekirken tamamen erkek egemen namus anlayışının yönlendirmesi ile tahrik indirimleri yapıyorlar. Bu mesele çok yoğun olarak tartışılmasına rağmen bir değişiklik olmuyor.
 
Son olarak 2025 yılının “Aile Yılı” ilan edilmiş olması, ki aile yılı ilan edilmesinin altında yatan etken de zaten bu erkek egemen namus algısıdır. Erkek ailenin reisidir. Çok çocuk gerekir. İşte aileyi çok önemsiyorlar. Çünkü yaratılan resmi ideoloji ırkçı milliyetçilik, feodal akıl, militer akıl, hep bu en küçük birim olan ailede üretiliyor. O nedenle de ailenin istedikleri gibi kalmasını istiyorlar.
 
Oysa kadınlar gerek Kürt kadın hareketi gerek feminist hareket aileyi sorguluyor. Çünkü kadınlar en çok ailedeki erkekler tarafından şiddete maruz kalıyorlar. O nedenle ailenin bu yapısı sorgulanmak zorunda, ama bu uygulamanın yapılmasını isteyen bir yargı söz konusu. Bu nedenle de haksız tahrik indirimleri, delil değerlendirmelerinde taraflı davranışlar, hepsinin altında yatan neden bu.
 
“Oysa ki Rojin Kabaiş'in şüpheli ölümünün bir cinayet olması çok kuvvetle muhtemel. Ama buna rağmen gerçek anlamda faile henüz ulaşılmış değil.”
 
*Gülistan Doku ve Rojin Kabaiş dosyaları, cezasızlığın ve etkisiz soruşturmanın sembol davaları haline gelmiş durumda. Bu dosyalarda yargının sorumluluğu sizce nerede başlıyor ve nerede bitiyor?
 
Gerek Gülistan Doku davasında gerekse Rojin Kabaiş davasında yargının büyük sorumluluğu var. Bir kere son derece gecikmeli davrandı. Biz sadece kamuoyunda adli tıp raporlarının tartışıldığını görüyoruz. Özellikle Rojin Kabaiş dosyasında sadece tartışma adli tıp üzerinden yapılıyor.
 
Oysa adli tıp zaten bir resmi bilirkişi. Yani tamamen devlet kurumu zaten adli bir tıp kurumu. Yani bir devletin kendi yanlışlıklarını belgelemesi çok zor bir şey yani. Mümkün değil. Bu nedenle zaten biz adli tıbbın tek yetkili merkez olmasına karşıyız.
 
Ama adli tıbba gelene kadar bir kere polis yeterli delil toplamıyor. Olay yeri incelemesi yeterli olarak yapılmıyor. Deliller yeterli toplanmıyor. Hatta olay yeri incelemelerine bazen savcılar gelmiyorlar bile. Keyfine bırakılıyor birçok dosya. Savcılar yeterli delili toplamıyor.
 
Bütün bunlar yargısal sorunlar. Bunun temelinde de önem vermeme var. Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet birinci temel bir konu değil Türk yargısı için. Bu nedenle de Rojin Kabaiş dosyası, düşünebiliyor musunuz? Bir yılı geçmiş ve hâlâ ortada bir fail yok.
 
Oysa ki Rojin Kabaiş'in şüpheli ölümünün bir cinayet olması çok kuvvetle muhtemel. Ama buna rağmen gerçek anlamda faile henüz ulaşılmış değil. Bu da, yargının yavaş davranması, yavaş davranmasının arkasında da yatanın, erkek egemen algı, yargıya egemen olan bu erkek egemen yargının aklının olması yatıyor.
 
“Bütün bunların düzelebilmesi için Türkiye'nin taraf olduğu sözleşmelere uygun hem iç hukuk düzenlemelerini hem de fiiliyatta, uygulamada buna uygun önlemleri alması gerekiyor.”
 
*Son dönemde bazı kadın katliamı ve şüpheli ölüm dosyalarının kapatılmak istendiğine dair güçlü işaretler söz konusu. Dosyaların kapatılması hangi politik ve hukuki sonuçları doğurur?
 
Kadına yönelik şiddet ve erkekler tarafından işlenen kadın cinayeti dosyalarının yargı tarafından böylesine özensiz değerlendirilmesi, yargıya olan güvensizliğin artmasının başlıca nedenlerinden biri. Birçok kadın bu nedenle zaten yaşamını yitirmiş oluyor.
 
 Kaldı ki erkekler tarafından katledilen kadınların çok büyük bir bölümü mahkeme tarafından koruma kararı alınmış kadınlar. Mahkeme kararları kadınları korumuyor. Çünkü siz sadece iki sayfaya yazılmış bir karardan bahsediyorsunuz. Bu kararı yerine getirecek yeterli bir gözetim, denetim, koruma olmuyor kadınlar için.
 
O nedenle de hemen hemen tüm kadınlar neredeyse koruma kararları olan kadınlar ama katlediliyorlar.
 
Siz eğer her infaz düzenlemesinde kadına yönelik şiddet uygulayan erkekleri sürekli serbest bırakırsanız, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilirseniz ve her gece televizyonlarda yayınlanan dizilerde erkeği egemen güç, reis ya da örgüt lideri olarak sunarsanız; dizilere bakın, neredeyse hepsinde erkekler şef, karar verici ve belirleyici rollerdedir.
 
 Erkek egemen aile anlayışı, diziler aracılığıyla her gün topluma yeniden anlatılıyor. Düşünün; topluma ahlak satıcılığı yapan bir haber spikeri, geçen gün uyuşturucu ve cinsel saldırı iddialarıyla tutuklandı. O kadar karmaşık bir coğrafyadan söz ediyoruz ki bir yandan ahlak satıcılığı yapılıyor, diğer yandan bu anlayışın ürettiği şiddet ve suç görünmez kılınıyor.
 
Ahlak satıcılığı yapılan her yerden egemen ahlak dayatılıyor. Bütün bunların düzelebilmesi için Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmelere uygun biçimde hem iç hukuk düzenlemelerinin yapılması hem de fiiliyatta, uygulamada bu düzenlemelere uygun önlemlerin alınması gerekiyor. Bunlar yapılmadığı sürece bu yanlışların, bu haksızlıkların ve bu ölümlerin devam edeceğini görüyoruz.
 
“Bu coğrafyada kadına yönelik şiddeti önleyici etkili bir cezalandırma, etkili bir yargısal takip ve gerçek bir caydırıcılık mekanizması olsaydı, erkekler bu şiddete bu kadar kolay başvuramazdı.”
 
*Cezasızlık yalnızca failleri değil, toplumu da etkileyen bir mekanizma. Sizce bu durum kadınların adalete olan inancını ve şiddetle mücadele kapasitesini nasıl etkiliyor?
 
Yargının içinde bulunduğu bu durum, kadına yönelik şiddet davalarında ve kadın cinayetlerinde verilen yanlış kararlar nedeniyle kadınların yargıya olan güvensizliğini artırdığı gibi, şiddete maruz kalan kadınların yargıya başvurmasını da engelliyor.
 
 Bir kadın şiddete maruz kaldığında; kolu kırıldığında, darp edildiğinde ya da gözü morardığında bile çoğu zaman bunu dile getiremiyor. Hastaneye gittiğinde “şiddete uğradım” diyemiyor. Çünkü düşünüyor ki bunu polise anlatacak, savcılığa gidecek, mahkeme kapılarında sürüklenecek, adli tıbba gönderilecek ve sonunda hiçbir sonuç alamayacak.
 
 Bu süreç, kadınların yargıya olan güvenini neredeyse sıfır noktasına indiriyor. Bu nedenle de birçok erkek, işlediği suçun cezasız kalacağını bildiği için bu şiddeti işlemeye devam ediyor.
 
 Oysa bu coğrafyada kadına yönelik şiddeti önleyici etkili bir cezalandırma, etkili bir yargısal takip ve gerçek bir caydırıcılık mekanizması olsaydı, erkekler bu şiddete bu kadar kolay başvuramazdı. Şiddetin bu denli yaygın ve pervasız biçimde sürmesinin temel nedeni, yargının içinde bulunduğu bu açık ve aciz durumdur. 
 
“Ben kadın hareketinin asla vazgeçmeyen bir hareket olduğunu düşünüyorum ve hem kadın hareketi, hem insan hakları hareketi devletin bu yerleşik aklına karşı çok önemli bir mücadele yürütüyorlar.”
 
*Yargı mekanizmasının işletilmediği koşullarda, kadın hareketinin ve insan hakları örgütlerinin rolü ne olmalıdır? Hukuk dışı bırakılmaya karşı nasıl bir mücadele hattı örülebilir?
 
Ben bu coğrafyada en biatsız hareketlerden birinin kadın hareketi olduğunu düşünüyorum. Gerek feminist hareket gerekse Kürt kadın hareketi, erkek egemen devlet ve yargı aklına karşı uygulamalarına karşı son derece önemli bir mücadele yürütüyor. Bu mücadele sürecinde çok sayıda baskıya maruz kalmalarına rağmen, kadınlar mücadeleden vazgeçmiyor.
 
Devletin de kadınlardan ve kadınların yürüttüğü bu mücadeleden ciddi biçimde korktuğunu düşünüyorum. Çünkü devletin resmi ideolojisinin ve yerleşik devlet aklının temelini oluşturan algıya en köklü itirazı, kadın hareketi yöneltiyor. Bunun temel nedeni ise erkek egemen, feodal ve militer aklın yarattığı tahribattan en fazla kadınların zarar görmesi.
 
Bugün savaşı tartışıyoruz, yeni bir barış sürecini konuşuyoruz. Bu savaşı dayatan; yok etmeyi, zayıflatmayı ve bastırmayı esas alan erkek egemen, feodal ve militer akıldır. Bu akla karşı en büyük mücadeleyi ise yine kadınlar verdi. Bu nedenle barış talebini en güçlü ve en ısrarlı biçimde dile getirenler de kadınlar oluyor.
 
Ben kadın hareketinin asla vazgeçmeyen bir hareket olduğunu düşünüyorum. Hem kadın hareketi hem de insan hakları hareketi, devletin bu yerleşik ve baskıcı aklına karşı çok önemli bir mücadele yürütüyor. Bugün kadına yönelik şiddet bu kadar çok tartışılıyorsa, kadın cinayetlerine karşı bu kadar güçlü bir ses çıkıyorsa, bu doğrudan kadın hareketinin mücadelesi sayesindedir.
 
Bir taraftan devletin bu egemen aklı varlığını sürdürmeye devam ediyor; ancak diğer taraftan da kadın mücadelesi her şeye rağmen yükselmeye devam ediyor.
 
“O nedenle bir konuşma, bir karşılıklı alışveriş, bir barış ortamının öncelikle oluşması, ondan sonra da kadın taleplerinin dikkatle izlenmesi gerekiyor devlet tarafından.”
 
*Bugün kadın katliamlarını ve cezasızlık politikasını durdurmak için atılması gereken en acil adım ne olmalıdır? Devlete, yargıya ve topluma hangi rol,  misyon ve sorumluluklar düşüyor?
 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bir hukuk devleti olmasının çok uzağındayız. Çünkü Türkiye bir hukuk devleti değil. Türkiye'nin beğenmesek, eleştirsek de bile önemli yazılı hukuk kuralları var. Gerek iç hukukta, gerekse altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle önemli hükümler benimsenmiş ama bunları uygulamıyor.
 
Bir kere her şeyden önce acil olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin taraf olduğu sözleşmelere uygun hem iç hukuk düzenlemelerini yapması hem de fiiliyatta uygulamada buna uygun davranması gerekiyor. Bunun dışında temelden bütün politikalarının değişmesi gerekiyor. Eğitim politikası, işte bu televizyon yayınları, futbol, her alanda erkek egemenlik üreten bir mekanizma var bu coğrafyada. Bütün bunların değişmesi gerekiyor.
 
Bu uzun bir mücadele, hemen olmayacak. Ama bence acil olarak bizim bir kere barışa ihtiyacımız var. Çünkü biz şu anda konuşamıyoruz bile. Yani siz farklı fikir söylediğiniz anda cezaevinde buluyorsunuz kendinizi. Bunun da barışa da en çok kadınların ihtiyacı var.
 
O nedenle bir konuşma, bir karşılıklı alışveriş, bir barış ortamının öncelikle oluşması, ondan sonra da devlet tarafından kadın taleplerinin dikkatle izlenmesi gerekiyor.