Orta Doğu’da neler oluyor?

  • 09:05 10 Ekim 2024
  • Güncel
 
Pelşin Çetinkaya
 
AMED - Orta Doğu’da yaşanan savaşların etkilerine dair değerlendirmelerde bulunan SAMER Koordinatörü Yüksel Genç, "Orta Doğu, çok kimlikli, çok kültürlü ve çok inançlı bir coğrafya ve bu coğrafyanın kendisine tipik, basitleştirici bir ulus-devlet formu yerine, farklı kimliklerin ortak ve eşit temsiline olanak sağlayan bir idari forma ihtiyacı var” dedi. 
 
Tarih boyunca pek çok medeniyete ev sahipliği yapmış olan Orta Doğu, günümüzde de siyasi istikrarsızlıklar ve güç mücadelelerinin merkezi olmaya devam ediyor. İsrail’in bölgede kendine özgü bir devlet modeli inşa etme çabası, Filistin-İsrail çatışmasıyla birlikte tüm bölgeyi etkisi altına aldı. 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas tarafından başlatılan "Aksa Tufanı" saldırısı, yıllardır süregelen Filistin-İsrail krizini daha da derinleştirerek bölgede şiddetli çatışmalara yol açtı. Bu durum, Suriye'deki iç savaş, Yemen'deki Husi isyanı, Libya ve Lübnan'daki iç çatışmalarla birleşerek Orta Doğu'daki güvenlik endişelerini de artırıyor. İsrail’in Hizbullah’la yaşadığı gerilim de giderek tırmanıyor. Aynı zamanda, Rojava’ya dönük saldırılar da söz konusu.
 
Sosyo Politik Saha Araştırmaları Merkezi (SAMER) Koordinatörü Yüksel Genç, Orta Doğu’da yaşanan savaşların ve bu savaşların hem bölgeyi hem de dünyayı nasıl etkilediğine dair JINNEWS’in sorularını yanıtladı.
 
“ 'Orta Doğu neden bu kadar çatışmanın mekanı?' diye sormak istediğimizde, şu cevabı verebiliriz: Ortadoğu’nun ulus-devletleşme sürecine geçişi, Osmanlı’nın dağılmasıyla ortaya çıkan güç dengeleri buna çok büyük olanak yarattı.”
 
*Orta Doğu'daki çatışmaların ana nedenleri nelerdir? Bu çatışmaların tarihsel ve sosyo-politik bağlamı nedir ve ulus-devlet yapısı bu gerilimleri nasıl etkiliyor?
 
Ortadoğu’daki çatışmalar, ne ilktir ne de son olacak gibi görünüyor. Çok uzun yıllardır Orta Doğu bir çatışma mekanı olarak gündeme gelmiş durumda ve çatışmasız bir Orta Doğu'nun nasıl bir şey olduğunu insanlar unutalı birkaç kuşak oldu. Orta Doğu, çok ilginç biçimde, dünya hegemonya sisteminin kozlarını paylaştığı bir alan olmaktan son birkaç yüz yıldır kurtulamadı. Ama 1900'lü yıllardan itibaren bu süreç tamamen çatışmalı bir mekan olmaktan hiç kopmadı. Dünya hegemonya güçlerinin de bölgesel hegemonik güçlerin de çatışmalı uğrak yeri haline geldi. 'Orta Doğu neden bu kadar çatışmanın mekanı?' diye sormak istediğimizde, şu cevabı verebiliriz: Ortadoğu’nun ulus-devletleşme sürecine geçişi, Osmanlı’nın dağılmasıyla ortaya çıkan güç dengeleri buna çok büyük olanak yarattı.
 
‘Her çoğulcu yapı kendi iktidarını kurmuştu’
 
Örneğin, yaratılmış Arap devletlerinin varlığı, 1900'lü yıllarda dönemin egemen güçlerinin ihtiyaçlarına binaen kurulmuş devletlerin varlığı ve bu devletlerin bir türlü oturmuş, ideal yapısal olarak kendisini tamamlayamamış olması, ulus-devlet formunun Orta Doğu'nun çoğulcu görünümüne ve içeriğine uyumsuzluğu, bu çatışmaları körükledi. Geçmişten bu yana Orta Doğu, daha çok beylikler ve emirlikler biçiminde bir grubun yönettiği mekanlar oldu. Her çoğulcu yapı kendi iktidarını kurmuştu. Orta Doğu'nun bir diğer özelliği, modern uygarlıkların kurulduğu mekanlardan biri olması ve modern uygarlığa beşiklik etmiş böylesi bir yerden beslenmenin kendince tarihsel bir handikap oluşturmasıdır. Adeta uygarlık, kendisini doğuran bu yeri sürekli çatışmalarla zorlayarak hegemonik gelişimini sürdürüyor gibi. Bu durumu garip bir intikam meselesi olarak değerlendirmek bile mümkün olabilir.
 
‘Ulus-devlet sisteminin kendini tamamlayamaması söz konusu’
 
Orta Doğu’nun çatışmalı ve gerilimli siyasetinin nedenlerini tıpkı bu biçimde çoğaltmak mümkün. Ama özetlersek: Birincisi, Orta Doğu’nun yüzyıllardır yerel güç odakları tarafından yönetilmeye alışkın bir siyasal arka plana sahip olması; ikincisi, bu arka planla beraber Orta Doğu’nun çok kimlikli, dinli, inançlı yapısıyla uyumlu olmayan ulus-devlet formunun, katı ulus-devlet formunun 1900’lü yılların başıyla beraber dayatılmış olmasının getirmiş olduğu sonuçlar. Bu ulus-devlet oluşumlarının ya da dağıtılmalarının, modern anlamda ulus-devletin çıktığı yerlerle çok az benzerlik taşıması. Bununla birlikte, bu yeni ulus-devlet sisteminin yapısal ve kurumsal olarak kendini bir türlü tamamlayamaması aslında bir tür doku uyuşmazlığı ortaya çıkardı. Üçüncüsü ise uluslararası güçlerin, bölgesel ve küresel güçlerin bu kadar hassas gerilim dengelerinin bulunduğu bir yerde hegemonik gelişimlerini sağlayabilecekleri elverişli bir mekan olarak bölgeyi değerlendiriyor olmaları.
 
“1900’lerde tamamlanamayan çatışmalar ve sorunlar, 21’inci yüzyılın başına adeta bir bela olarak geri dönüyor.”
 
*Orta Doğu'daki güncel çatışmaların tarihsel arka planı nedir ve ulus-devlet yapısı bu çatışmalara nasıl etki ediyor? 1900'lü yıllardan günümüze kadar gelen sorunların bölgedeki gerilimler üzerindeki rolü nedir?
 
Şu andaki çatışmaların da kısmen, belki büyük oranda, bununla ilgisi var. Ancak güncel nedenlere indiğimizde, tarihsel veya yapısal olarak bu tip nedenlere sahip olmakla birlikte, ağırlıklı olarak 1900'lü yılların başından itibaren Orta Doğu, bu çatışmalarla geliştirilen politikaların yükünü taşıyor. Örneğin, Kürt meselesinde Kurdistan’ın dört parçaya bölünmesi, 1920’lerle beraber bu parçaların bir kısmında sonradan devletlerin oluşturulması meselesi var. Suriye ve Irak, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan iki devlettir ve bunlar İngiltere’nin ve Fransa’nın katkılarıyla, aslında İngiltere’nin büyük projesi sonucunda açığa çıkmıştır. İki Arap odaklı devlet kurulmuş, Kurdistan’ın bir kısmında kalan Kürtler, bu Arap ulus-devletçiliğine eklemlenmek istenmiştir, ancak bu gerçekleşmemiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Filistin’in ikiye bölünerek İsrail’in yurt olarak ilan edilmesi, Milletler Cemiyeti üzerinden açığa çıkan tartışmalarla şekillendi. Dönemin uluslararası güçlerinin İsrail’in kurtuluşu ile ilgili olarak izlediği yöntemler, İsrail’in, kendisini bağımsızlığını kazandığı andan itibaren güvensiz, ittifaksız ve dışlanmış hissetmesine yol açmış, bu da tüm agresif pozisyonların varlığına zemin hazırlamıştır.
 
Kuşkusuz, Suudi Arabistan’ın Yemen’e yönelik çatışması da bir sömürgeci anlayışla ilgilidir. Gerçek şu ki, 1900’lü yılların mirasını çeken bir 21’inci yüzyıl ve 2000’li yıllardan bahsediyoruz. 1900’lerde tamamlanamayan çatışmalar ve sorunlar, 21’inci yüzyılın başına adeta bir bela olarak geri dönüyor. Oysaki Orta Doğu’nun çok kimlikli yapısı, barışçıl bir siyaset, barışçıl bir sistem ve çoğulcu bir idari yapıyı zorunlu kılıyor. Aksi takdirde, çatışmaların sürekli devam etmesi ya da çatışmaya gebe gerilimlerin sürekli hale gelmesi kaçınılmaz oluyor. Ayrıca, bu gerilimli durumu değerlendirmek ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen uluslararası hegemonya güçlerine de açık bir zemin oluşuyor.
 
“Hizbullah saldırısı ve Lübnan işgaliyle birlikte, İsrail’in asıl hedefinin yalnızca Hizbullah ve Hamas’ı yok etmek mi yoksa bu iki güç üzerinden İran'ı bölgesel bir savaşın içine çekerek uluslararası bir denge stratejisi oluşturmak mı olduğu konusunda kesin bir cevap vermek zor.”
 
* İsrail ve Hizbullah arasındaki son çatışmaların bölgedeki güç dengeleri üzerindeki etkisi nedir? İsrail’in bu süreçteki asıl hedefi ne olabilir ve bu çatışmaların İran ile olan ilişkiler üzerinde nasıl bir etkisi var? Bu durum, küresel güçler ve bölgesel dengeler açısından ne anlama geliyor?
 
 
Hizbullah çatışmasından önce İsrail’in aslında bölgedeki pozisyonuna bakmak gerekiyor. İsrail, Orta Doğu içerisinde çok özgün bir devlet formu çiziyor. Özgün olmakla birlikte, İsrail toplumu Orta Doğulu olmasına rağmen, devlet olarak sonradan ve dışarıdan ikame edilmiş olma pozisyonunu bir türlü kıramıyor. Üstelik ikame olma biçimi hak gasplarıyla birlikte yürüyünce, orada yaşayan Arap ve diğer topluluklarla eşitleyici bir öznelik üzerinden devlet bağı kurulamayınca, İsrail’in kendisini kabul ettirme sorunu tarihten bu yana varlığını sürdürüyor. Kabul ettirmenin dışında, bulunduğu yerden daha güvenli bir şekilde var olabilmekle ilgili de bir sıkıntısı var. Bu iki mesele, İsrail’i çatışmacı bir güç olarak güncel tutuyor.
 
‘Yayılmacı pozisyona geçtiği izlenimi veriyor’
 
Bir yandan varlığını korumaya, diğer yandan da devlet yapısını güçlendirmeye çalışıyor. Aynı zamanda, devlet varlığını daha fazla koruma dürtüsüyle ya da tanımlarını güçlendirme dürtüsüyle, genişleyerek bölge içerisinde bir tür yayılmacı pozisyona geçtiği izlenimini veriyor. Bunların hepsi, aslında İsrail’in çatışmacı bir yerden kendini konumlandırmasına neden oluyor. Varlığını korumanın bir yanı ya da kurulan devletin tanınmasını sağlamanın bir yanı, Filistin’le ortaya çıkan çatışma durumu olarak şekilleniyor. Diğer bir yanı ise çatışmayı, askeri gücünü ve militer gücünü tahkim ederek ve yayarak sağlamaya çalışıyor. 
 
‘İsrail Hamas’ın baş edebileceği bir güç değildi’ 
 
 Tam olarak İsrail-Hamas ilişkisi ve İsrail-Hizbullah ilişkisi açısından şunları söylemek gerekiyor: Geçen yıl, Hamas’ın "Büyük Tufan Hareketi" olarak adlandırdığı çatışmalarla birlikte, Filistin açısından oldukça dramatik süreçler yaşandı. İsrail'in askeri gücü ve teknolojik silah sanayisi, Hamas’ın baş edebileceği bir güç değildi. Sanki Hamas’ın eylemi ile başlattığı harekât, İsrail'e tam da aradığı fırsatı sunmuş gibiydi. Ne yazık ki, o saldırıdan sonra Gazze'nin büyük bir kısmı Filistinlilerden arındı ve İsrail, bölgede varlığına tehdit olarak gördüğü tüm yapılarla çatışacak şekilde kendisini yeniden konumlandırmış görünüyor. Bu güçlerden biri de Hizbullah. Bir yandan, dikkat edilirse bu 1 yıllık süreçte Hamas ve lider kadrosuna yönelik birçok operasyon ve eylem gerçekleştirilmiş durumda.
 
İsrail’in asıl hedefi ne 
 
Öte yandan, son dönemde de Lübnan’da Şii ağırlıklı bir yapıya sahip olan Hizbullah hareketine yönelik operasyonlar gerçekleştirildi. İsrail, bu iki hareketi devlet olarak varlığına bir tehdit olarak görüyor ve çatışmacı süreçte onları karşı düşman olarak tarifliyor. İsrail’in bu yapılarla kurduğu pozisyon, çatışmaları zorunlu hale getiriyor. Ancak, İsrail'in bölgede genişleyerek ne kadar güvenlik sağlayacağı ve bu güvenliğin sınırlarının nerede duracağı hala belirsiz. Örneğin, son Hizbullah saldırısı ve Lübnan işgaliyle birlikte, İsrail’in asıl hedefinin yalnızca Hizbullah ve Hamas’ı yok etmek mi yoksa bu iki güç üzerinden İran'ı bölgesel bir savaşın içine çekerek uluslararası bir denge stratejisi oluşturmak mı olduğu konusunda kesin bir cevap vermek zor.
 
Hamas liderinin İran’da öldürülmesi kışkırtma olarak sayılabilirdi
 
İsrail’in bundan sonra Hamas ve Lübnan üzerinden geliştireceği saldırı ve genişleme biçimi, hem kendisini hem de İran’ı nasıl kışkırttığı konusunda asıl niyetin ne olduğunu bize daha net bir şekilde anlatacak gibi görünüyor. Son dönemdeki gelişmelerden, İsrail’in İran’ı başka bir savaşa kışkırtmaya çalıştığına dair çok güçlü emareler okuyoruz. Örneğin, Hamas lideri İsrail tarafından Tahran’da öldürüldü. Bu, aslında İran için bir kışkırtma olarak sayılabilirdi, ancak bu kadar kolay olabilmesi, İran-İsrail ve küresel ilişkiler konusunda uluslararası toplumun pek çok kesimin kafasının karışmasına yol açtı.
 
Öte yandan, dini ya da ideolojik ortaklığı olan Hizbullah’a yönelik harekât ve Lübnan işgalinin kendisi, İran’ın İsrail gibi küresel güçlerle nereye kadar uzlaştığı tartışmasından çok, İran’ın bir tür bölgesel çatışmaya çekilmeye çalışıldığına ve bununla ilgili olarak bölge üzerinden küresel dengelerin yeniden kırılmasına yönelik bir planın devrede olduğuna dair emareler taşıyor.
 
“Lübnan işgali, hem Hizbullah’a karşı İsrail’in büyük bir meydan okuması, hem İran’a karşı büyük bir meydan okuma, hem de bölge ülkelerine karşı bir meydan okuma olarak da okunabilir.”
 
*ABD, Rusya ve Çin gibi küresel güçler, İran-İsrail-Hizbullah denkleminde nasıl bir rol oynuyor? Suudi Arabistan ve BAE gibi Arap ülkelerinin bu çatışmalara bakış açıları nelerdir ve bu durum bölgedeki güç dengelerini nasıl etkiler? Türkiye’nin bu süreçteki konumu nasıl şekillenir?
 
İsrail ile Hizbullah arasında yaşanan şey, bir gerilim olmaktan çok bir savaşın görünümleri olarak değerlendirilmeli; bunu öncelikle teyit etmek lazım. Lübnan işgali, hem Hizbullah’a karşı İsrail’in büyük bir meydan okuması, hem İran’a karşı büyük bir meydan okuma, hem de bölge ülkelerine karşı bir meydan okuma olarak da okunabilir. Özellikle Suriye açısından da benzer bir denklem söz konusu. İsrail'in, Hizbullah ve Lübnan işgali odağında, eğer tahmin ettiğimiz gibi İran'ın bir çatışma merkezine çekilmesi ve bölgesel bir savaş üzerinden küresel düzenin yeniden dizayn edilmesi öngörülüyorsa, bununla ilgili bir plan var ise, doğrusunu isterseniz, bizi zor günler bekliyor. Bölgedeki dengeler bu açıdan nasıl değişir ya da nerede konumlanır diye soracak olursanız, zaten Orta Doğu’da pek çok güç belli yerlerde odaklanmış görünüyor.
 
‘Orta Doğu’da kimin kiminle ittifak kurabileceği meselesi çok açık’
 
Örneğin, Hizbullah-Hamas-Filistin hattı, İran-Rusya üzerinden odaklanmış görünüyor. Öte yandan, Suudi Arabistan, Kuveyt, Körfez gibi ülkelerin çok büyük bir kısmı ise İsrail-Amerika hattının bir parçası ya da bu hattın politik gerekleriyle uyumlu bir şekilde hareket ediyor gibi görünüyorlar. Olası bir savaş durumunda, Ürdün’ün de Amerika ve Körfez ülkelerinden ayrılacak gibi görünmediğini söyleyebiliriz. Bu açıdan baktığımızda, uzun süredir Orta Doğu'da hangi ülkelerin kimlerle beraber olduğu ve kimlerin kiminle ittifak kurabileceği meselesi çok açık. Eğer bu kadar net olmasaydı, Filistin meselesi muhtemelen şimdiye kadar bölgedeki güçlü ve zengin ülkeler tarafından çözülmüş ya da tamamlanmış olurdu.
 
‘Türkiye’nin nerede duracağı ayrı bir tartışma konusu’
 
Orta Doğu, uzun süredir Suriye-İran hattı ve Hamas gibi yerel örgütler üzerinden Rusya’nın dahil olduğu bloka hizmetler üretirken, Türkiye'nin Suriye meselesi ve Rojava'dan önceki pozisyonu, daha çok Amerikan hattı üzerinden gelen Körfez ülkeleriyle uyumlu bir ittifak içinde yer alıyordu. Şu anda Türkiye'nin "nerede duracağı ve nasıl duracağı" ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, bölgedeki yerel denge değişmeye devam ediyor. Eğer Lübnan işgali sürer ve İsrail’in yayılmacılığı üzerinden bir bölgesel savaş ortaya çıkarsa, Amerika’nın İsrail’i açıkça destekleme olasılığı oldukça güçlü. Aynı zamanda, bu durumda zengin Körfez ülkelerinin Amerika tarafından desteklenen İsrail’e karşı ciddi bir tavır almayacağı ve İran’la hareket etmeyeceği de çok açık.
 
“İktidarların güçsüzleşme sorunları ve devlet sistemlerinde yapısal krizlerin açığa çıkma olasılığı oldukça yüksek. Bu krizlerde bir kez daha DAİŞ benzeri hareketlerin ortaya çıkma olasılığı da oldukça yüksek.”
 
* Orta Doğu’daki savaşların tırmanışı, bölgedeki DAİŞ gibi grupların gelecekteki rolünü nasıl etkileyebilir? Bu çatışmalar, DAİŞ benzeri yapıların yeniden ortaya çıkmasına ve yayılmasına nasıl zemin hazırlayabilir? 
 
Bu tip bölgesel ve yerel savaşlar, özellikle emirlik ve beylik biçimlerini geçmişten bu yana taşıyan topluluklarda, çatışmalı ve gerilimli süreçlerde paramiliter yapıların yoğun olarak elverişli ortamlar bulup açığa çıkmasına vesile oluyor. DAİŞ gibi yapıların, hükümet ve devlet otoritelerinin sarsıldığı, yapısal bozulmaların yaşandığı topluluklar ve sistemlerde açığa çıktığını deneyimlediğimiz bir 10 yıl yaşadık. Benzer şekilde, Lübnan işgali ile beraber eğer bir bölgesel savaş açığa çıkarsa, birincisi, bu savaşın sonunda pek çok ülkede hakimiyet problemi, iktidarların güçsüzleşme sorunları ve devlet sistemlerinde yapısal krizlerin açığa çıkma olasılığı oldukça yüksek. Bu krizlerde bir kez daha DAİŞ benzeri hareketlerin ortaya çıkma olasılığı da oldukça yüksek.
 
‘Çatışmalar DAİŞ benzeri yapıların yayılmasına ortam yaratır’
 
İkincisi, İsrail’in Hizbullah üzerinden yürüttüğü ve İran’a açık çağrı içeren bu çatışmacı tutumunun, bölgede bir süredir canlandırılmak istenen Sünni-Şii çatışmasına taraf oluşturması da muhtemel. Tam bu noktada, selefi grupların paramiliter büyük güçler olarak belki de denge bozucu rol üstlenip, bu büyük güçler arasındaki çatışmada daha çok yerel halkı hedef alacak biçimde gelişmesine olanak sağlayabilir. Dolayısıyla, bu tür bir çatışma Orta Doğu’nun sorunlarını çözmeyeceği gibi, mezhep çatışmaları ortasında açığa çıkabilecek DAİŞ benzeri yapıların hem çoğalmasına hem de yayılmasına elverişli bir ortam ve iklim yaratır. 
 
“Savaşın niteliğine bağlı olarak tartışsak bile, Türkiye'nin buradan baktığımızda ister yayılmacı ve Orta Doğu’da etkin olma hevesleri, ister korunmacı politikalarını öncelemiş olsun, her iki durumda da Kürtlerle ve Kürt dinamikleriyle, aktörleriyle bir süreç geliştirme zorunluluğu var gibi görünüyor.”
 
*Türkiye, İsrail ve bölgedeki diğer aktörlerle olan ilişkilerini nasıl şekillendiriyor? Türkiye'nin mevcut çatışmalardaki rolü nedir ve bu durum Türkiye’nin Kürt politikasını nasıl etkiler? Türkiye'nin Kürtlerle olası bir barış süreci ne gibi sonuçlar doğurabilir?
 
Türkiye, Erdoğan hükümeti öncesinde Orta Doğu’da bir denge unsuru olarak durur ve Orta Doğu'nun içişlerine fazla karışmamayı sürdürmeyi hedefleyen bir diplomasi profiline sahipti. Özellikle son 10 yılda, AKP iktidarıyla birlikte Türkiye, Orta Doğu’da çatışmacı, oyun bozucu, gerilimleri gözeten ve biraz da yayılmacı bir profil çizmeye başladı. Özellikle Suriye Savaşı'ndaki pozisyon alma biçimi ve Suriye’de etkinlik kurma biçimi, Türkiye’nin Orta Doğu’ya dönük bazı hevesleri olup olmadığına dair ciddi tartışmalara da vesile oldu.
 
‘Kürtlerle barışması zorunlu’
 
Geçmişteki Türkiye yönetimi, çatışmalı ve gerilimli ortamlarda bulaşmamayı ve bu çatışmaların ortasında güçsüzleşmeden kendini korumayı tercih ederdi. Ancak mevcut iktidarın, agresif siyaset anlayışı düşünüldüğünde, çatışmalı süreçlerde bir taraf olma ve savaşın bir parçası olma eğiliminin göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünmek gerekiyor. Her durumda, ister ortaya çıkabilecek büyük bir bölgesel savaşa karşı Türkiye’yi tarafsız kılmaya ve zarar görmeden bu süreçten çıkmasını sağlamaya dönük bir politika izlensin, isterse ortaya çıkan çatışma ve gerilim hatlarından ilerleyerek bölgede etkinlik kazanma isteği güdülsün, her iki durumda da Türkiye’nin kendisini aşağı çeken, enerjisini tüketen ve maddi manevi maliyeti yüksek olan Kürt meselesinden kurtulması ve Kürtlerle barışması zorunludur.
 
‘Operasyonel kıyımlar da gerçekleşebilir’
 
Her ikisini yapabilmesi için aslında Türkiye'nin Kürtlerle olası bir barış sürecine, Kürt sorununun çözüm sürecine odaklanması gerekecek. Hatta bölgesel çatışmaların içerisinde, bu çatışmaları vesile yaparak Kürt meselesini çerçeveleyen ve topluluklara yapılan büyük operasyonel kıyımlar da gerçekleşebilir. Savaşlar, bu tür olasılıkları ortaya çıkaran bir dinamik taşır. Bu olasılığın kendisi önemli bir pozisyon doğurur, ancak savaşın niteliğine bağlı olarak kuşkusuz bunu tartışmamız gerekecek. Savaşın niteliğine bağlı olarak tartışsak bile, Türkiye'nin buradan baktığımızda ister yayılmacı ve Orta Doğu’da etkin olma hevesleri, ister korunmacı politikalarını öncelemiş olsun, her iki durumda da Kürtlerle ve Kürt dinamikleriyle, aktörleriyle bir süreç geliştirme zorunluluğu var gibi görünüyor. Çünkü, geriye çeken, maliyeti yükselten ve Türkiye'nin çatışmalara kontrolsüz bir şekilde dahil olmasına neden olan çok ciddi gerilimli bir hat olarak Kürt Meselesi önünde duruyor.
 
“Çatışmalarda taraf olmak yerine, çatışmalar arasındaki dengelerden yol almayı bilen bir Rojava siyasetinin Rojava’ya katkısı olma olasılığı daha yüksektir.”
 
* Suriye'deki Kürt Özerk Bölgesi, İsrail-Hizbullah çatışmalarından nasıl etkilenir? Bu çatışmaların Rojava'nın statüsü ve Kürtlerin bölgedeki siyasi geleceği üzerinde nasıl bir etkisi olabilir? Türkiye'nin bu süreçteki olası hamleleri nedir ve nasıl bir rol oynayabilir?
 
İsrail ile Hizbullah arasında açığa çıkan bu çatışma hali ve Lübnan işgalinin kendisi mevcut durumda Rojava ile çok ilgili görülmese de, aslında bölgedeki herhangi bir dinamik değişim, herhangi bir şiddet olayının Rojava’nın statüsünü negatif ya da pozitif etkileme potansiyeline sahiptir. Çünkü Rojava'da de facto olarak oluşmuş olan yeni sistem, hala tanınmamış olup tam anlamıyla oturmuş bir sistem değildir. Üstelik, savaşın tamamen bitmediği bir alandan bahsediyoruz. Rojava, gerilim hattının hala üretildiği bölgelerden biri durumunda. 
 
Bu bağlamda, Orta Doğu’da oluşan bir savaşın Rojava’ya katkısı değil, zararı olur. Öte yandan, bazen bu tür savaş hallerinde, güçler arasındaki dengeyi değerlendirebilen bir politik diplomasi geliştirilebilirse, belki de de facto durumun resmen tanınmasına vesile olan bir model de açığa çıkabilir. Sorun, bu süreçlerde ne kadar akıllı politikalar yürüttüğünüz ve ittifak alanını ne kadar genişletebildiğinizdir. Çatışmalarda taraf olmak yerine, çatışmalar arasındaki dengelerden yol almayı bilen bir Rojava siyasetinin Rojava’ya katkısı olma olasılığı daha yüksektir.
 
Türkiye, Rojava’ya daha büyük bir saldırı gerçekleştirebilir’
 
Öte yandan, bu çatışmalı bölgesel hattın Türkiye tarafından nasıl değerlendirileceği, Rojava’nın kaderi ile de oldukça ilgilidir. Biliyorsunuz ki Türkiye’nin Suriye’deki varlığının gerekçesi, Rojava’da oluşmuş de facto durumdur. Bu de facto durumun bir terörize faaliyet ve alan olarak tariflenmesi, uluslararası alanda bir zorlama hali yaratıyor. Türkiye, bu çatışmalı durumdan faydalanarak Rojava’ya daha büyük bir saldırı da gerçekleştirebilir. Eğer bu bölgesel çatışmanın Türkiye’nin çıkarlarıyla örtüşebileceğine inanırsa, Rojava sürecine göz yumarak fiili bir tanıma süreci de geliştirebilir. Bu süreç, riskleri ve avantajlarıyla birlikte var olan bir durum. Riskler ve avantajları ya da olumlu ve olumsuz olasılıkları birlikte düşünmemiz gereken bir yerde duruyor.
 
Buradan baktığınızda, Rojava ve Kürtler açısından şu durum da anlamlı gelebilir: İsrail’in, Filistinliler karşısında gösterdiği tutum ve Hamas ile Hizbullah’a karşı yürüttüğü terörle mücadele stratejisinin Türkiye’nin olası itirazlarına karşı bir politik malzeme haline gelme olasılığı var. İsrail, Türkiye’nin Kürtlerle kurduğu ilişkinin, kendisinin Filistin’le kurduğu ilişkiden farksız olduğunu öne sürerek bir psikolojik üstünlük sağlamaya çalışabilir. Bu da Türkiye’yi belli açılardan zor duruma sokabilir.
 
“Demokratik ulus teorisine bağlı olan sistemlerin barışçıl olmak gibi bir zorunluluğu vardır. Çünkü bu sistemler, çoğulculuğun dengesi ve eşitliği üzerine kuruludur.”
 
* Orta Doğu'daki çatışmalar ve dünya genelindeki savaşlara dair ne tür çözüm önerileri sunulabilir? Abdullah Öcalan’ın demokratik ulus fikriyatı, özellikle halklar ve kadınlar için nasıl bir yol haritası sunuyor?
 
Orta Doğu'da çözümün nasıl olacağı meselesi hem çok belirgin hem de çok açık olmayabilir; aynı zamanda kolay da olmayabilir. Orta Doğu’nun çatışmalı bir bölge olmasına neden olan parametreler göz önüne alındığında ve bu parametreler ayrıştırıldığında, çözümü görmek mümkün. Orta Doğu, başından beri söylediğimiz gibi, çok kimlikli, çok kültürlü ve çok inançlı bir coğrafya ve bu coğrafyanın kendisine tipik, basitleştirici bir ulus-devlet formu yerine, farklı kimliklerin ortak ve eşit temsiline olanak sağlayan bir idari forma ihtiyacı var.
 
‘Tekil dayatmalarınızın karşılığı savaş’
 
Bu idari formun kendisine dair ilk örnekleri, Rojava’da, Kuzey Suriye hattında deneyimledik. Demokratik ulus olarak tariflenen bu model, coğrafyada yaşayan bütün kimliklerin temsil ve politik birer kimlik olarak varlık bulduğu ve tüm karar süreçlerinin parçası olduğu, radikal demokrasi öğelerini taşıyan bir sistemden bahsediyor. Orta Doğu açısından da benzer bir modele ihtiyaç var. Çünkü bu kadar çoğulcu kültürler varken, tekil dayatmalarınızın karşılığını gerilim ve savaş olarak alıyorsunuz.
 
Coğrafya, 200 yıldır bir kan deryası olmanın ötesine ne yazık ki bu anlayış yüzünden geçemedi. Bu yüzden, Orta Doğu için aslında demokratik ulus formlarının ve radikal demokrasi formlarının düşünülmesinde fayda var. Aynı zamanda, yerel dinamiklerden doğru, bu tarz bir formun idareleşmesinde fayda var. Tabii bunun için öncelikle bölgenin hegemonik güçlerin çatışma alanı olmaktan çıkması ve çatışan taraflar arasındaki çatışmalara vesile olan nedenlerin giderilmesi gibi bir zorunluluk var. Bütün bunlarla beraber, kurulacak demokratik ulus formuna uyumlu ya da benzer bir şekilde, yeni bir bölge sisteminin kurulabilmesi ancak doğru, barışçıl bir ortamla mümkün görünüyor.
 
‘Eşitlik sürecinin kurulmasında kadın öncülüğü önemli olacak’
 
Demokratik ulus teorisine bağlı olan sistemlerin barışçıl olmak gibi bir zorunluluğu vardır. Çünkü bu sistemler, çoğulculuğun dengesi ve eşitliği üzerine kuruludur. Bu denge ve eşitliğin en ufak bir bozulması, çatışma ve iktidarın veya hegemonyanın yeniden kurgulanması anlamına gelebilir. Bu nedenle, demokratik ulus ve demokratik sistemler, konfederal veya federal sistemlerin kendisi, istikrarlı ve barışçıl bir ortam isteyen sistemlerdir. Tam da bu noktada, yerel ve genişlemiş ortaklıkların ve federatif yapıların açığa çıkması, eşitlik sürecinin kurulmasında kadın öncülüğünün ve etkinliğinin önemli olacağını gösteriyor.
 
Demokratik ulus formatı ve radikal demokrasi formatları, kadın öncülüğüne, katılımına ve kadının temel aktör olma rolüne en çok ihtiyaç duyan sistemlerdir. Bu bağlamda, Orta Doğu'nun 200 yıllık eril sisteminin ortaya çıkardığı kanlı, çatışmalı gerçekliğe karşılık, yeni yüzyılın hakikatinde kadın odaklı ve gelecekteki yüzyılları barışçıl bir şekilde inşa edecek çoğulcu bir düzenin anlamı ön plana çıkmaktadır.