
Sosyalist doğulmaz, olunur
- 09:05 17 Ekim 2025
- Jineolojî
“Kadınla erkek arasında özgürlük ilkeleri geçerli olduğunda, bu bütün topluma dalga dalga yayılır. Sosyalist ideologların ve sol hareketlerin, ataerkil toplum yapısı ve kadın hareketine yaklaşımı genellikle eksik ve çelişkili çabaları barındırır.”
Fatma Koçak
“Bir erkeğin sosyalist olma ölçüsü kadınla doğru yaşamasını bilmesidir.”
(Abdullah Öcalan’ın 8 Mart 2025’te kadınlara gönderdiği mesajdan.)
Politik olanı, iktidarın tam karşısına konumlanan iktidar perspektifinden okuyan ve söylemini özgürlük değil, kurtuluş üzerine kuran düşünsel düzlemde devrim, kısa aralıklarda gelişen bir olgudur. Gerisi, eskinin üzerine yeniyi inşa etmekten ibarettir. Devrimin sürekliliğini sağlayan, özgürlüğün evrensel bir etik değer olarak kabul edilmesidir. Devrimin sürekliliği özgürlük ilkesiyle bağlantılıdır ve bu süreç, geçmiş ile gelecek arasındaki bağın birleştiği ana odaklanan bir tarih anlayışını gerektirir. Bu tarihi eleştirel bir diyalektikle okumak, doğruya en yakın yöntemdir. Eleştirel diyalektik, olayları durağan kategoriler içinde değil; dönüşüm ve karşıtlıklar üzerinden anlamlandıran bir yöntemdir.
Kadın kimliğinin ataerkil düzen tarafından inşa edilen bir toplumsal kurgu olduğunu savunan Simone de Beauvoir, kadınların baskı altına alınmasının biyolojik değil, toplumsal bir süreç olduğunu ileri sürmüş ve 76 yıl önce “Kadın doğulmaz, olunur” söylemiyle bunu ifade etmiştir. 1970’lerde ise kadın hareketleri bu söylemi geliştirerek “Özel olan politiktir” tezini ortaya koymuştur. Bu söylemin ardından, toplumsal cinsiyetçiliğin iktidar yapıları üzerinden sorgulanmasıyla kadın-erkek ilişkileri çok yönlü bir politik mücadele alanına dönüşmüş, kadın özgürlük sorunu iktidar-devlet-erkek ekseninde tartışılmaya başlanmıştır. Politikayı belirleyen ideolojik yapılanmalar olduğu gerçeği bizi, “özel olanın aynı zamanda ideolojik olduğu” tespitine götürür. Bu da kadın özgürlük mücadelesinin tarihsel ve teorik düzlemde yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Son iki yüzyılda kadın mücadelesi, kurtuluş söylemi çerçevesinde belirli ilerlemeler kaydetmiş olsa da aynı zamanda ataerkil kodları yeniden üreten sosyalist hareketler ve sosyalist önderlikler bağlamında ele alınması gerekliliğini doğurmuştur.
Sosyalist hareketlerin tarihsel gelişiminde önderlik biçimleri ve bu önderlerin kişilik yapıları, toplumların dönüşümünde kritik bir rol oynamıştır. Günümüz siyasi yapılanmaları, geçmişin deneyimlerinden beslenirken, önderlik iddiasında bulunan kişilerin sınıfsal yaklaşımları, zayıflıkları ve kişisel zaafları, yeni toplum düzeninin inşasında ciddi engeller yaratmıştır. Sosyalist hareketler ve sosyalist önderler, gelecek toplumun bir öncüsü olarak görülse de bu öncülüğün başarısı, önderlerin hem kendilerini hem de toplum modelini ne ölçüde somutlayabildikleriyle doğrudan ilişkilidir. Sosyalist önderlerin kadına yönelik yaklaşımlarını, tarihsel "ak-kara" mantığıyla şekillenmiş kayıtlar ve kitaplar üzerinden anlamak, analiz etmek ve yorumlamak oldukça zordur. Bunun iki temel nedeni vardır.
Reel sosyalistler de dahil, erkek egemen tarih yazımındaki bakış açısını ele aldığımızda, bu zorluğun birinci nedeni partizan sol literatürün eleştiriye karşı oldukça korumacı bir tavır takınmasıdır. Bu yaklaşıma göre ya “Kadına her şeyi verdiler, daha ne yapsınlar?” denmiş ya da “Önce sosyalist devlet kuralım, kadınların sorunları zaten o devlet içinde çözülecektir” düşüncesi benimsenmiştir. 20. yüzyılda yaşananlar göz önüne alındığında bu koruma mantığı bir noktaya kadar anlaşılabilir olsa da sosyalist hareketler içindeki kadınların toplumsal cinsiyet özgürlüğü bağlamında sorgulamalar yapması kaçınılmaz olmuştur. Kendilerini sosyalist feminist olarak tanımlayan sol hareketlerden gelen kadın mücadelecilerin bu konudaki sorgulamaları oldukça güçlüdür.
İkinci ve daha önemli neden ise kapitalist modernitenin tarih yazımında ve başka alanlarda gerçekliği perdeleyerek, ezilenler adına verilen mücadeleleri karalaması ve düşünsel manipülasyon yoluyla algı yönetimi yapmasıdır. Mary Gabriel, Karl Marks ve Jenny von Westphalen’in evliliği, ilişkileri ve yazışmalarını ele aldığı "Aşk ve Kapital" adlı kitabında tam da bu konuya değinir. Marks’ın biyografisi, Doğu-Batı ideolojik savaşının bir parçası hâline gelmiş; anlatıcının bakış açısına göre ya bir komünist aziz ya da yoldan çıkmış bir günahkâr olarak sunulmuştur. Bu nedenle, bir biyografinin hangi perspektiften yazıldığını bilmeden, Marks’ın yaşamının hangi versiyonunun anlatıldığını anlamak kolay olmayabilir. Bu durum sadece Marks için geçerli değil kuşkusuz. Sosyalist önderlerin hemen hemen hepsinin hayatını ele aldığımızda, soğuk savaşın kara propagandası ile eleştiriden azade sol dogmatizm, diyalektik ele alma ve analiz etmenin önündeki en büyük engeldir.
Sosyalist hareketlerin içinde kadının durumunu diyalektik tarihsel eleştirel yöntemle ele almanın önündeki bir diğer sorunsal ise kadınlar cephesinden “sadakat” ve “reddiye” arasındaki, kökeninde sınıfsal parçalanmanın olduğu bakış açısıdır. Şu bir gerçek ki son 200 yıldır kadınlar, devrimci bilinci bilhassa erkeklerin ortaya koyduğu fikirler, eylemler ve örgütlerin ileriye doğru itkisi ile kazanmıştır. Ancak bu kazanım "biraderlik'' ve "insanoğlu"nun kurtuluşu tarafından gölgede bırakılmıştır. Kadını devrimci mücadeleler tarihi açısından çoğunlukla görünmez kılan dil rastlantı değildir; geri plana itilmişliğin, yedek güç olarak ele almanın ve kadının devrimci potansiyelinin araçsallaştırılmasının bir parçasıdır. Tam da bunun karşısına konumlanan ise ıstırap, duygusal şiddet ve kimi kadınların özellikle feminist bilincin bir parçası olarak saydıkları "erkeklerce tanımlanan devrimci harekete güçlü bir reddiye" olmuştur.
Bunlardan birincisi, açıkça kadınlık bilincinden vazgeçerek kadına uygulanan özgül baskıyı görmezden gelirken; ikincisi ise kadınlık bilincini herhangi başka bir özgürlük hareketinden soyutlayarak erkeklerin kapitalist sistemdeki ezilmişliğini yok sayar. Şurası açık ki sadece kadınların kurtuluşunu kavrayabilen bir bilinç hali, erkekler tarafından tanımlanan devrimci hareket kadar paralize edicidir. Her ikisi de kendilerinin özel olduğu fikrine kapılmıştır. Geçmişteki bu tıkanıklığı aşma girişimiyle temas etme, onun farkına varma ve onu dile getirme çabası, gelecekte bunu kuram ve uygulama açısından detaylı bir biçimde ele alma görevinin bir parçasıdır. (Shelie Rowbotham, Kadınlar Direniş ve Devrim)
Tüm bu kutupsal bakış açılarının ötesinde, sosyalist ideolog, teorisyen ve hareket önderlerinin ideolojik, paradigmatik, programsal ve yaşamsal açıdan neler başardıklarını ve kadın özgürlüğü konusunda hangi adımları attıkları, kadın bakışıyla ele alınarak tarihsel bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. En önemlisi ise topluma model olarak sundukları eşitlik ve özgürlük söylemini kendi yaşamlarında ne ölçüde hayata geçirdiklerini sorgulamaktır. Kadın meselesi, sosyalist hareketler açısından genellikle parti programlarında yer verilen kadın-erkek eşitliği ve “kurtuluş” söylemiyle sınırlandırılmış; bu eşitlik büyük ölçüde yasalarla güvence altına alınmıştır. Ancak bu değerlendirmeyi yaparken, “büyük ölçüde” ifadesinin içerdiği sınırlamaları göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü 19. ve 20. yüzyılların hâkim düşünce yapıları içinde değerlendirildiğinde, kadınların toplumdaki yerinin ne olduğu; liderlikten ideologluğa, pratik politikadan gündelik yaşama kadar nasıl yansıtıldığı çok yönlü bir analizi gerektirir.
Sosyalist hareketler gerçekten sosyalist mi? Sosyalist fikirler, son 200 yıldır örgütsel-kurumsal bir forma kavuşmuştur. Bununla birlikte özgürlük ve eşitlikçi toplum arayışı, insanlığın ilk toplumsal formu olan klanlara kadar uzanmaktadır. Sosyalizmin ilk nüvesi, anacıl toplumsal düzende özgürlük ve kolektif yaşam ilkeleriyle var olmuştur. Tarih boyunca birçok toplum bunu deneyimlemiş ve yaşamsal olarak uygulamanın yol ve yöntemlerini aramıştır. Kadınların binlerce yıllık ataerkil toplum düzenine karşı eşitlik ve özgürlük direnişi de uzun bir geçmişe sahiptir. Peki, son 200 yıllık sosyalist hareketler bağlamında ele alındığında, bu ideoloji içinde kadınlar kendilerini ne kadar var edebilmişlerdir? Sosyalist hareketlerin gerçekten sosyalistleşebildiğini söylemek mümkün müdür? Bu sorunun cevabını verebilmek için öncelikle kadın eksenli bir sosyalist hareketler tarihi analizi yapmak gerekiyor.
Sosyalizm yalnızca eşitlik meselesi değildir; aynı zamanda değişimi gerçekleştirme gücü gerektirir. Devrim iddiasında bulunanların öncelikli yapması gereken, kendilerinden başlayarak değişimi gerçekleştirmeleridir. Ancak kendini değiştirebilenler, tasavvur ettikleri yaşamı toplumlar için oluşturabilir ve buna model olabilir. Diotima, öğrencisi Sokrates’e aşkın doğasını öğretirken, düşüncenin ancak pratikle anlam kazandığını ifade eder. Tarihin seyrinde hakikati arayan bütün bilgeler, söze önce kendini bilmekle başlamış ve “göründüğün gibi olmak, olduğun gibi görünmek” ilkesiyle fikir, zikir ve eylem bütünlüğünün insan olmanın temel erdemi olması gerektiğini savunmuşlardır. Kendini tanımak, insanın olmayı istediği hâliyle gerçek benliği arasındaki mesafeyi kapatmak ve uygarlığın zehirli şerbetinin kalıntılarından kurtulmak, her çağın hakikat arayışının temel düsturu olmuştur.
Bu düstur, sosyalist düşüncenin öncüsü olan, toplum adına söz söyleyen ve önderlik eden kişiler için olduğu kadar, bu mücadelenin bir parçası olan erkekler açısından da özgün bir değerlendirme gerektirir. Kadınların eşitlik ve özgürlük sorunsalı, 18. ve 19. yüzyıllarda Avrupa merkezli sosyalist hareketler içinde pek çok tartışmaya yol açtı. Kapitalizmin kadın birikimi ve emeği üzerine kendini yükselttiği Sanayi Devrimi’nin ardından kentlere yığılan kitlelerin büyük bir kısmını kadınlar oluşturuyordu. Londra-Amsterdam hattında sermayenin yükselişi, kadın emeğinin yoğun sömürüsüne dayanıyordu. Bu süreçte ölümüne çalıştırma ve açlık-tokluk arasında kadın, her türlü metaların kraliçesi haline getirildi. Fabrikalarda, çamaşırhanelerde, sokaklarda “insanca yaşam için” örgütlenme ve eyleme geçen temel potansiyeli kadınlar oluşturuyordu. Üst sınıflardan kadınlar “Oy hakkı, eşit işe eşit ücret hakkı, eğitim hakkı” gibi taleplerle feminist eylemsellikler geliştirirken, işçi ve işsiz yoksul kadınlar ise “Ekmek, sağlıklı çalışma koşulları” talepleriyle fabrikalarda eylem örgütlüyordu. Kadınların bu dönemdeki örgütlenme ve mücadelelerini günü gününe kaydeden işçi kadın gazetesi ‘La Vo ix des Femmes’in (Shelie Rowbotham, Kadınlar Direniş ve Devrim) her sayısı, kadınların örgütlediği grev ve eylemlerle doludur. Bu dönemde direniş, kadınları edilgenlikten çıkarıp bilinçli ve eylemci militanlar haline getirdiğinde, erkekler önce güçlü cinsel imalarla dolu alaylara başladılar. Bu, kadınların yükselişine karşı en etkili silahlardan biriydi. Sonrasında ise bu alaylar, yerini gücü yedeğine almakla birlikte imgesel bir kadın direniş kültürü oluşturan ama kadının özneleşmesine karşı ‘Haddinizi bilin’ diyen bir politikaya evrildi. Günümüzde birçok sosyalist harekette bunun izdüşümünü hala görmek mümkündür. Çünkü kadınların erkeklere bağımlılığı, erkeklerin kibrini pekiştirir, gururlarını okşar ve onları efendi ve ağa rolüne büründürür. Yönetici sınıfların tümünde olduğu gibi, bu durumda da mantıktan eser yoktur.
Kadınlar ise içinde bulundukları aşağılayıcı durumdan kurtulmak için daha fazla mücadele etmek zorunda kalırlar. Kadınların erkeklerden umabileceği, işçilerin orta sınıflardan umduğundan daha fazla değildir. Devrim yalnızca akıl ve insan sevgisi meselesi değildir; aynı zamanda değişimi gerçekleştirme gücü gerektirir. Kadınlara yararlı olma kaygısı taşıyanların bile tam anlamıyla fark edemedikleri gerçek, kadınların da emekçi sınıflar gibi baskı görmeleri, haksızca ve acımasızca aşağılanmalarıdır. İşçilerin makine çarklarının örgütlü zulmünün oyuncağı olması gibi, kadınlar da erkeklerin örgütlü zulmünün oyuncağıdır. Kadınla erkek arasında özgürlük ilkeleri geçerli olduğunda, bu bütün topluma dalga dalga yayılır. Sosyalist ideologların ve sol hareketlerin, ataerkil toplum yapısı ve kadın hareketine yaklaşımı genellikle eksik ve çelişkili çabaları barındırır.
*Yazının ikinci bölümü haftaya yayınlanacaktır.
*Bu yazı, Jineolojî Dergisinin “Demokratik Toplum Sosyalizmi” dosya konulu 35. sayısından kısaltılarak alınmıştır.