
Toplumsal sistemin inşası (4)
- 09:01 8 Ağustos 2025
- Dosya
Toplumsal doğa ve sorunsallık
Melek Avcı
HABER MERKEZİ - Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” ifadesi, biyolojik cinsiyet farklılığının tek başına cinsiyet ayrımını pekiştirmediğini ortaya koyan temel mottolardan biri hâline geliyor. Bu söz, kadının iktidar yapıları tarafından kuşatılarak “kadın köleliğini” inşa etmeye çalıştığının belki de en açık ifadesi oluyor.
Kadın olma hâli, “kadınlık rolleri” ve bize biçilmiş sınırların tümü, doğduğumuz ilk andan itibaren kulağımıza birer “doğal oluşum” gibi fısıldanıyor. Oysa bu sınırların tamamının tarihsel ve toplumsal olarak inşa edildiğini keşfetmek, kadın mücadelesinin yüzyıllarını alıyor.
Dosyamızın bu bölümünde, kadın kimliğinin doğal değil, ideolojik bir inşa olduğuna dikkat çekiyoruz. Bu inşanın hangi tarihsel, kültürel ve siyasi dinamiklerden beslendiğini; kimin çıkarına hizmet ettiğini ve bugün nasıl ifşa edildiğini ele alıyoruz.
Cinsiyet ayrımının yalnızca biyolojik farklılıklara dayanmadığı; aksine kültürel ve ideolojik temeller üzerine kurulu olduğu, dünya genelindeki kadın hareketlerinin ortak tespiti oluyor. Ancak bu gerçekliğe rağmen, toplumsal doğaya hükmetme iradesinin, kadının köleliğini de başlattığı yönündeki tarihsel hakikate henüz tüm kadın örgütleri tarafından ulaşılamıyor. Kadın özgürleşmesini sınıf mücadelesiyle özdeşleştiren, işçi sınıfı–proleterya ile kadın köleliğini aynı çerçevede değerlendiren yaklaşımlar ise bu yapının köklerini yeterince derinlemesine analiz edemiyor. Kadının köleleştirilmesini yalnızca kapitalist sistemin kuruluş süreciyle sınırlı görmek, tarihsel sürekliliği göz ardı etme riskini taşıyor. Bununla birlikte, kadın bedeninin ve kimliğinin en yoğun biçimde sömürüldüğü yer olarak kapitalist sistemin işleyişine işaret etmek ve kadınlık rollerinin toplumsal ve tarihsel inşa sonucu olduğunu vurgulamak, bu analizlerin en güçlü yanlarından biri olarak öne çıkıyor.
Kapitalizmin kuruluşu ve kadın bedeninin kontrolü
Marksist-feminist bir perspektifle çalışmalar yürüten Silvia Federici’nin Caliban ve Cadı (Caliban and the Witch) adlı eseri, kadınların tarihsel ezilme biçimini ele alıyor ve cinsiyet ayrımını kapitalist sistemin ideolojik temellerinden biri olarak değerlendiriyor. Silvia Federici’ye göre kapitalizmin doğuşu sadece ekonomik bir sistem değişikliği değil; aynı zamanda ideolojik bir inşa süreci oluyor. Kapitalizmin ilk evrelerinde kadınların bedeni, emeği ve doğurganlığına yönelik sistematik bir saldırı ve iktidar kurma hedefi hayata geçiriliyor.
İnşa yapıları: Din, eğitim, bilim
Feodal dönemde üretim daha çok kolektif, toplumsal ve doğayla iç içe gerçekleşiyor. Kadınlar üretim süreçlerine etkin şekilde katılıyor. Ancak kapitalizmin doğuşuyla birlikte üretimin merkezi ev dışına taşınıyor. Kadınlar üretimden, özellikle de ortak-komünal köylü üretiminden dışlanıyor ve ev içi alana hapsediliyor. Bu ideolojik inşa süreci, dönemin tüm iktidar aygıtlarının devrede olduğu bir dönemi ifade ediyor. İnşa, din (kilise etkisi), yasa, eğitim ve bilim yoluyla destekleniyor. Kadın bedeni üretimin nesnesi hâline geliyor: Doğurganlığı kontrol altına alınıyor, bedenine dini ve hukuki sınırlar çiziliyor. Bu kontrol ise “yeniden üretim” süreci üzerinden kuruluyor: Kadın çocuk doğurmalı, iş gücünü yeniden üretmeli ama bu emeği ücretsiz sunmalı. Silvia Federici’ye göre bu, kapitalizmin ayakta kalabilmesi için zorunlu bir dönüşüm oluyor. Silvia Federici, “Cinsiyet ayrımı doğuştan gelmez, tarihsel olarak üretilir. Kapitalizm bu ayrımı derinleştirir, kadın emeğini sömürmek ve kontrol altına almak için ideolojik aygıtlar kullanır” diyerek sistemin inşasına dikkat çekiyor.
Feodal toplumdaki kadın dayanışması
Kapitalist sistemin inşasından öncesine, özellikle feodal toplumdaki kolektivizme işaret eden Silvia Federici, bunun bir kadın dayanışması yarattığını belirtiyor. Tarihsel kolektivizm, özellikle kadınların öncülüğünde gelişmiş bir ortak yaşam kültürü (komünal yaşam) inşa ediyor. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın da dikkat çektiği gibi bu ortak yaşam kültüründe, şifa, üretim, bakım ve doğum ortaktır. Doğayla uyumlu bir üretim biçiminde, karar alma süreçlerinin de kolektifliği bulunuyor. Bu kolektivizm, mülkiyetin ortak, bilginin paylaşılır ve emeğin bölüşülür olduğu bir yaşam pratiği oluyor. Kadınlar bu yapının hem üreticisi hem de taşıyıcısı olarak öne çıkıyor. Kadınlar; şifacılık, bilgi, doğum, bakım, iyileştirme, çocuk bakımı gibi alanlarda birbirine destek olan ağlar kuruyor. Bu kolektiflik, kadınların bilgi üretmesini ve kendi aralarında özerk bir dayanışma alanı yaratmasını da sağlıyor.
Kadın kolektifliğinin dağıtılması
Ekonomik sistem yeniden kurulurken toplumsal bağlar da tek tek çürütülüyor ve çözülüyor. Kapitalizm, bireyciliği yücelterek ve kadınları yalnızlaştırarak bu dayanışmayı dağıtıyor. Kadınlar arasında var olan kolektif ilişkilerin dağıtılması, bu sistemin önemli bir stratejisi hâline geliyor. Erkek egemenliği ortaya çıktıkça kadının kamusal rolü bastırılıyor, bilgisi değersizleştiriliyor. Ataerkil kapitalist sistem, kadını doğa ile özdeşleştirerek kontrol altına alınması gereken bir varlık hâline getiriyor. Kadınların doğum bilgisi, şifacılık ve bitkisel tedavi bilgisi cadılık olarak ilan ediliyor. Dinsel yapılar kadınları “günahın kaynağı” ilan ederek, toplumsal yalnızlaştırmayı ideolojik bir dinsel kanı hâline getiriyor.
‘Cadı avıyla’ gelen yıkım
Bunun dağıtım araçlarından en öne çıkanı “cadı avları” oluyor. 15–17. yüzyıllardaki “cadı avları”, kapitalizmin kadınlar üzerinde kurduğu yeni egemenliğin temel aracı olarak işlev görüyor. Cadı avları, kadınların bilgi üretimi, doğum kontrolü, dayanışma ağları ve doğa ile kurduğu ilişkileri bastırma aracı oluyor. Bu dönemde kadın, “şeytani, baştan çıkarıcı, düzensizlik kaynağı” olarak yeniden inşa ediliyor. Böylece kadın yalnızlaştırılıyor, doğurganlığı kontrol altına alınıyor ve “itaat eden eş, anne, hizmetçi” rolüne mahkûm ediliyor. Silvia Federici, cadı avlarının bu kadın ağlarını dağıtmak için uygulanan ideolojik ve fiziksel bir terör olduğunu savunuyor. Dayanışma ve komünal ağların yıkılmasıyla kadın yalnızlaşıyor; kadın-kadın ilişkisi darbeye uğruyor.
Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu’nda bu süreci şöyle özetliyor: “Kadının birey olmadan önce toplumsal özne olması gerekirken, önce bireyden de çıkarıldı. Kadın; toplumu kuran değil, topluma yüklenen hâle getirildi.”
Kapitalizmle değil, ‘tarihin en eski sömürgesi’ tespiti
Marksist feminist düşünceden farklı olarak Abdullah Öcalan, Silvia Federici’nin ortaya koyduğu inşa tarihini çok daha eskilere götürüyor. Abdullah Öcalan, kadın köleliğinin sınıf köleliğinden çok daha eski olduğunu vurguluyor. Kadının sadece kapitalist sistemde değil, sınıflı uygarlık tarihinin en başından itibaren köleleştirildiğini ortaya koyuyor.
Abdullah Öcalan, bu süreci çok daha eskiye Sümer rahibelerinden itibaren iz sürerek ele alıyor. Ona göre devletin, sınıfın ve mülkiyetin doğuşu ancak kadının bastırılmasıyla mümkün oluyor. Uygarlığın kurulabilmesi için kadının hem üretici hem de toplumu düzenleyici gücünün ortadan kaldırılması gerekiyor. Kadının emeği, bedeni, doğurganlığı ve kimliği üzerinde kurulan denetimin tarihsel bir sürekliliği bulunuyor. Kapitalizm ise bu sürecin kurumsallaşmış ve zirve hâline gelmiş biçimi oluyor. Abdullah Öcalan, “Kadın, tarihte ilk sömürgeleştirilen varlıktır. Kadın köleliği olmadan erkek egemenliği, erkek egemenliği olmadan da sınıf, devlet ve sömürü olguları gelişemezdi” diyor.
Çarpıtılmış bir kimlik inşası
Abdullah Öcalan’a göre bu köleleştirme yalnızca fiziki değil; ideolojik bir inşa süreci ile kadın doğası çarpıtılıyor, “eksik, zayıf, duygusal, irrasyonel” bir kimlik yaratılıyor. “Kadının tarihsel-toplumsal kişiliği yerle bir edilmiş, yerine erkek aklı tarafından yaratılan ‘ideal kadın’ konulmuştur. Bu ‘ideal’, aslında itaate, bağımlılığa ve teslimiyete programlanmış bir kişiliktir.” Bu yönüyle Abdullah Öcalan, kadın üzerinde kurulan erkek egemenliğini yalnızca bir toplumsal cinsiyet ayrımı olarak değil, tüm uygarlık sisteminin kuruluş mantığı olarak değerlendiriyor. “Kadının toplumsallık gücü dağıtılmıştır. Onun yerine, erkten onay bekleyen, yalnızlaştırılmış ve korkutulmuş birey kadın inşa edilmiştir. Bu, en büyük ideolojik kuşatmadır.”
‘Kadın üretir, ürettiğiyle yeniden tutsak edilir’
Silvia Federici’nin, kadın bedeninin doğurganlık üzerinden kontrol edilmesi argümanına benzer şekilde Abdullah Öcalan da kadının hem biyolojik hem de toplumsal olarak denetim altına alınmasını uygarlıkların temel çıkarı olarak yorumluyor.
Abdullah Öcalan, “Kadının doğurganlığı, egemen erkek aklı tarafından bir mülk hâline getirilmiştir. Kadın hem üretir hem de ürettiğiyle yeniden tutsak edilir. Bu, erkek-devletin kadını mülkleştirme biçimidir” sözleriyle sistemdeki köleliği özetliyor. Bu, kadın bedeninin ekonomik-politik anlamda kontrol altına alınmasına işaret ediyor.
‘Kadın örgütlülüğü parçalanırsa toplum çözülür’
Silvia Federici’nin kadınlar arası dayanışma ağlarının parçalanması ve cadı avları üzerinden kadın bilgisinin yok edilmesine dair analizleri, Abdullah Öcalan’ın da temel yaklaşımlarından biri oluyor. Ancak Abdullah Öcalan bu konuyu daha kadim bir tarihsellikte ele alıyor. Kadının bilgeliğinin ve örgütlülüğünün kadim toplumlarda, toplumun ahlaki ve politik dokusunun temeli olduğunu ifade ediyor. Ve bu doku parçalandığında toplum da çözülmeye başlıyor.
Abdullah Öcalan, kadının doğaya ve topluma dair bilgisinin gizlenmesi, aşağılanması ve erkek akla devredilmesini, devletin doğuş süreciyle birlikte açıklıyor. Ona göre tanrıçaların yerini tanrılar alırken, kadın bilgisi de dini dogmalar ve erkek yorumuyla manipüle ediliyor.
Abdullah Öcalan’a göre kadının bilgeliği (şifacılık, doğum bilgisi, topluluk yönetimi) bütün bir toplumsallığın taşıyıcısı oluyor. Bu alanlar egemenlik sistemleri tarafından yok edilerek kadın yalnızlaştırılıyor ve erkek egemenliğine açık hâle getiriliyor. Ancak bu kolektif ağların parçalanması ve kadının köleleştirilmesi, sınıflı kapitalist uygarlığın oluşmasıyla başlamıyor; ataerkil uygarlığın doğuşuyla ilişkileniyor.
Kadın sorununun kapitalizmle sınırlı görülmesi
Marksist feminist çalışmalar, kapitalizmin kuruluş sürecine odaklanıyor. Kadının baskılanması, doğurganlığının denetimi ve emek gücünün sömürülmesi esas olarak kapitalist bir ihtiyaçtan doğuyor. Yani tarihsel analizinde esas kırılma, kapitalizmle birlikte başlatılıyor. Ancak Abdullah Öcalan bu noktada daha radikal bir tarihsel kopuş öneriyor: “Kadının köleleştirilmesi kapitalizmle başlamaz; kapitalizm, bu köleliğin kurumsallaşmış hâlidir.”
Abdullah Öcalan, kadının ilk sistemli bastırılışını Sümer rahibe sınıfının dağıtılmasıyla başlatıyor. Kadın bilgisi, doğayla kurduğu anlam bağı ve toplum içindeki yönetsel rolü henüz devlet bile yokken çözülmeye başlanıyor.
Kadın özgürlük paradigması ne öneriyor?
Abdullah Öcalan’ın çözümlemesi yalnızca eleştiriden ibaret değil; aynı zamanda “çıkış” yolları da öneriyor. En başta kadın, sadece eşit değil, toplumsal dönüşümün öncüsü olarak yeniden tanımlanmalı. Kadının bilgeliğini yeniden eline alıp, tarihsel ve toplumsal bilgiyi yeniden inşa edebilmesi için Jineolojî bilimi bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor. Feodal toplumdaki kolektif yapıya yeniden ulaşabilmek, komünal toplumu yeniden diriltmekten geçiyor. Kadınların öz örgütlülüğüyle ahlaki-politik toplumun yeniden inşası hedefleniyor. Çözülen toplumu, doğayı ve kadını kurtarmanın yollarından biri de öz-yönetim gücüyle demokratik ulusun şekillendirilmesi oluyor. Abdullah Öcalan şu ifadeleri kullanıyor: “Kadın özgürleşmeden toplum özgürleşemez. Kadın ayağa kalktığında hem kölelik yıkılır hem de yaşam yeniden kurulur.”
Ahlaki yeniden inşa
Kolektivizmin yeniden inşası mümkündür. Ancak bu; ekonomik değil, ahlaki-politik bir yeniden örgütlenmeyi; devlete karşı demokratik öz-yönetimleri, kadın örgütlülüğünü, kadın bilgisinin yeniden diriltilmesini gerektiriyor. Abdullah Öcalan buna, “Demokratik modernite çağında kadının yeniden toplumsal özneleşmesi” adını veriyor.
Özgürlük paradigması sadece kapitalizmin yıkımına değil, aynı zamanda toplumun ahlaki ve politik yeniden inşasına yöneliyor. Bu inşada kadının merkezi bir rolü bulunuyor. Abdullah Öcalan’a göre kadın bastırıldıkça toplum da yozlaşıyor. Kadının ayağa kalkması, sadece kendisi için değil, toplumun yeniden ahlaki bir bağ kurması için de zorunluluk taşıyor.
Tarihsel kolektivizm tamamen yok olmadı
Bugün tarihsel kolektivizm parçalanıyor ama tamamen yok olmuyor. Kürt Kadın Hareketi, Jineolojî çalışmaları, Latin Amerika’daki yerli kadın kolektifleri, ekofeminist girişimler gibi birçok örnek, bu kültürün yeniden diriltildiğini gösteriyor.