Göz ardı edilen gerçek, görünmeyen failler (5)

  • 09:01 31 Mayıs 2025
  • Dosya
 
İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ardından...
 
Yeşim Oruç
 
HABER MERKEZİ - İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ardından kadınlar şiddete karşı daha yalnız. Koruma mekanizmaları zayıflarken, kadın katliamları ve şüpheli ölümler artış gösterdi. Faili bilinen birçok katliam cezasızlıkla sonuçlanırken, kadın örgütleri mevcut yasaların uygulanmasını ve siyasi irade çağrısını yineliyor.
 
Türkiye’nin 2021 yılında, AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın kararıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, kadın örgütleri tarafından “şiddetle mücadelede bir geri adım” olarak değerlendirilmişti. Kararın ardından geçen yıllar, bu değerlendirmenin sahada nasıl karşılık bulduğunu açıkça ortaya koyuyor.
 
Dosyamızın bu bölümünde, kadın örgütlerinin raporları ve istatistikler aracılığıyla İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin sahadaki yansımalarına yer veriyoruz.
 
Amed Barosu Kadın Hakları Merkezi’nin 2022 raporuna göre, sözleşmeden çekilmenin ardından şiddete maruz kalan kadınlar, başvuru noktalarında daha fazla engelle karşılaştıklarını belirtiyor. Raporda ayrıca, koruma tedbirlerinin hem sayıca azaldığı hem de uygulamada gecikmeler yaşandığı tespitine yer verildi. Aynı rapor, bölge genelinde kadınların artık şiddet bildiriminde bulunmadan önce “devletin kendisini koruyup koruyamayacağını” sorgulamaya başladığını vurguladı.
 
Benzer şekilde, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı’nın 2023 değerlendirme raporunda da kadınların, polis ve savcılıklar tarafından “Bu zaten kalktı, artık koruma alamazsın” gibi yanlış yönlendirmelere maruz kaldıkları belirtildi. Raporda, bu tavrın yalnızca bilgi eksikliğiyle açıklanamayacağı, açıkça caydırıcı bir yaklaşım olduğu ifade edildi.
 
Öte yandan, JINNEWS’in basına yansıyan verilerden derlediği bilgilere göre, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiği 2021 yılında, 311 kadın katledildi. 2022’de bu sayı 348’e, 2023’te 320’ye, 2024 yılında ise 358’e yükseldi. Aynı dönemde şüpheli kadın ölümlerinde de sistematik bir artış gözlemlendi.
 
Tüm bu veriler, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin ardından kadınların en temel hakkı olan yaşam hakkını savunma yollarının ciddi biçimde daraldığını ortaya koyuyor.
 
‘Sözleşmeden çekilme kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırılık teşkil ediyor’
 
“Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, hukuki açıdan hem usul yönünden hem de anayasal normlar bakımından ciddi tartışmalar doğurmuştur” diyen Türkiye Barolar Birliği Kadın Hukuku Komisyonu (TÜBAKKOM) Dönem Sözcüsü Avukat Aslı Çelikağ Özcan, “Bilindiği üzere, sözleşmeye 2011 yılında Cumhurbaşkanı kararıyla taraf olunmuş ve 6251 sayılı Kanun'la TBMM tarafından onaylanması uygun bulunmuştur. Çekilme işlemi yine yalnızca Cumhurbaşkanı kararıyla gerçekleştirilmiştir” diye hatırlatıyor. Bu durumun, Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca usulüne uygun şekilde yürürlüğe giren milletlerarası sözleşmelerin kanun hükmünde olduğu gerçeğiyle çeliştiğini belirten Aslı Çelikağ Özcan, “Bu nedenle çekilmenin TBMM onayı olmaksızın yapılması, kuvvetler ayrılığı ilkesine ve anayasal normlar hiyerarşisine aykırılık teşkil etmektedir” diye kaydediyor.
 
Çekilmenin uluslararası hukuktaki yansımaları
 
Aslı Çelikağ Özcan şöyle devam ediyor: “Uluslararası hukuk açısından ise İstanbul Sözleşmesi, taraf devletlere ciddi yükümlülükler yükleyen ve insan hakları merkezli bir belge olduğu için çekilme kararının, toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadınların temel hakları bakımından geri bir adım olduğu açıktır” diyor ve ekliyor: “Nitekim bu karar AİHM'e taşınmış ve davalar halen değerlendirme sürecindedir. Mahkemenin iç hukuk yollarının tükenip tükenmediği ve sözleşmeden çekilmenin bireysel mağduriyet yaratıp yaratmadığına odaklanması beklenmektedir. Ancak AİHM’den verilecek olası ihlal kararı, Türkiye’yi tekrar sözleşmeye dönmeye zorunlu kılmasa da uluslararası baskıyı artırabilir ve yeniden taraf olunmasının önü açılabilir.”
 
Yasa var ama koruma yok
 
Aslı Çelikağ Özcan, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin hemen ardından şiddette uğrayan kadınların koruma mekanizmalarına erişiminde gerek algı gerek uygulama düzeyinde ciddi kırılmalar yaşandığını vurguluyor. Aslı Çelikağ Özcan, “Her ne kadar 6284 sayılı Kanun hâlen yürürlükte olsa da, uygulayıcı makamların bu kanunu yorumlama ve uygulama biçiminde çekilme kararının ardından bir gevşeme eğilimi görülmüştür” diye belirtiyor.
 
Uzaklaştırma kararlarında azalma, şiddet tanımında daralma
 
Aslı Çelikağ Özcan, “Bazı kolluk birimlerinde ve savcılıklarda koruma taleplerinin ciddiye alınmaması, geç veya eksik işlem yapılması” gibi vakaların arttığını söyleyerek, “Yargı kararlarında ise özellikle uzaklaştırma ve tedbir kararlarında gerekçe oluşturma yükümlülüğünün abartılması, tedbir kararlarının sayısında azalma, hatta bazı karar mercilerinin şiddet tanımını daraltmaya çalışması gibi eğilimler” olduğuna dikkat çekiyor. Aslı Çelikağ Özcan, bunun da kadınların adalete erişimini ciddi şekilde zayıflatmakta olduğunu ve devletin pozitif yükümlülüğünü yerine getirmediğine dair algıyı güçlendirdiğinin altını çiziyor.
 
‘Toplumsal cinsiyet eşitliği’ kavramı geri planda
 
Kamusal alanda ise kadın örgütlerinin ve baroların yürüttüğü farkındalık çalışmalarının yer yer engellendiğini ifade eden Aslı Çelikağ Özcan, “Ulusal politik belgelerde toplumsal cinsiyet eşitliği kavramının kullanımından dahi kaçınıldığı görülmektedir. Bu, geri gidişin sadece hukuki değil, sosyo-politik bir yönü olduğunu da ortaya koymaktadır” diye uyarıyor. 
 
“Kadınların yaşam hakkı ve şiddetten korunma hakkının güvence altına alınması, bütüncül ve kurumsal bir yaklaşım gerektirir” diyen Aslı Çelikağ Özcan, bu bağlamda yasama, yürütme ve yargı boyutunda atılacak adımları ise şöyle sıralıyor:
 
“Yasama düzeyinde:
 
*6284 sayılı Kanun’un kapsamı genişletilmeli ve uygulamaya yönelik açık düzenlemelerle desteklenmelidir.
 
*Şiddet failiyle arabuluculuk ya da uzlaştırma gibi yöntemlerin açıkça yasaklandığı hükümler güçlendirilmelidir.
 
*Kadına yönelik şiddet suçları bakımından cezaların caydırıcılığı artırılmalı, iyi hâl indirimleri sınırlanmalıdır.
 
Yürütme düzeyinde:
 
*Kolluk kuvvetleri ve idari personelin toplumsal cinsiyet eşitliği perspektifiyle eğitilmesi zorunlu hâle getirilmelidir.
 
*Kadın sığınma evlerinin sayısı ve niteliği artırılmalı; her ilde yeterli sayıda, ulaşılabilir ve uzman destekli merkezler kurulmalıdır.
 
*Kadınların yoksulluk döngüsünü kıracak ekonomik destek mekanizmaları geliştirilmeli; istihdam, barınma ve çocuk bakımı konularında somut çözümler sunulmalıdır.
 
Yargı boyutunda:
 
*Hâkim ve savcıların, şiddet mağduru kadınların başvurularında kadın hakları eksenli karar verme konusundaki eğitimleri güçlendirilmelidir.
 
*Mahkemelerde kadınlara yönelik destek hizmetlerinin (psikolojik, hukuki danışmanlık vs.) kurumsallaşması sağlanmalıdır.
 
*Adli yardım hizmetlerinin etkin ve erişilebilir şekilde sunulması için baroların ve kadın örgütlerinin iş birliği desteklenmelidir.
 
‘Sadece hukuki değil, politik bir irade meselesi’
 
Aslı Çelikağ Özcan şunların altını çiziyor: “Sonuç olarak, kadınların şiddetten korunması sadece hukuki değil, aynı zamanda politik bir irade meselesidir. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışla oluşan boşluğu doldurmak için, iç hukukta yer alan düzenlemelerin etkili, sistematik ve eşitlikçi biçimde uygulanması elzemdir.”
 
Şüpheli kadın ölümleri: Cezasızlıkla beslenen bir karanlık
 
Rosa Kadın Derneği'nden Esra Çiçek Mercan, 2024 yılında yalnızca kadın derneklerinin tuttukları kayıtlarda 259 şüpheli kadın ölümünün yer aldığını söylüyor. Bu ölümlerin büyük kısmının “intihar” ya da “kaza” gibi gösterilerek etkin soruşturma yürütülmeden kapatıldığını vurgulayan Esra Çiçek Mercan, failin açıkça bilindiği kadın katliamlarında bile “iyi hal”, “haksız tahrik” gibi gerekçelerle ceza indirimi uygulandığını belirtiyor. Esra Çiçek Mercan, şüpheli ölümlerde ise bu adımların dahi atılmadığını, dosyaların hızla kapatıldığını ifade ediyor.
 
Kadın kurumlarının tuttuğu bu verilerin, TÜİK ya da Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından açıklanmaması ise, kadın katliamlarının ve şüpheli ölümlerin devlet eliyle görünmez kılındığına işaret ederek şöyle diyor: “Hükümetin kadına yaklaşımını, kadın politikalarının durumunu özetler nitelikte.”
 
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış: Erkek şiddetine cesaret
 
Esra Çiçek Mercan, 2024 yılında kadın derneklerinin tuttukları kayıtlarda 259 şüpheli kadın ölümünün yer aldığını söylüyor. Esra Çiçek Mercan, bu ölümlerin büyük kısmının “intihar” ya da “kaza” gibi gösterilerek etkin soruşturma yürütülmeden kapatıldığını vurguluyor. Failin açıkça bilindiği kadın katliamlarında bile “iyi hal”, “haksız tahrik” gibi gerekçelerle ceza indirimi uygulandığını kaydeden Esra Çiçek Mercan, şüpheli ölümlerde ise bu adımların dahi atılmadığını, dosyaların hızla kapatıldığını ifade ediyor.
 
Kadın kurumlarının tuttuğu bu verilerin, TÜİK ya da Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından açıklanmaması ise, kadın katliamlarının ve şüpheli ölümlerin devlet eliyle görünmez kılındığına işaret eden Esra Çiçek Mercan'a göre bu durum, hükümetin kadınlara yönelik politikalarının iç yüzünü açıkça ortaya koyuyor.
 
‘Tek adam kararı failleri cesaretlendirdi’
 
Esra Çiçek Mercan, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının yalnızca hukuki değil, siyasi bir tercih olduğunun altını çiziyor. Türkiye’nin taraf olduğu ve kadın hareketinin büyük mücadelesiyle imzalanan bu sözleşmeden “bir gecede, tek adam kararıyla” çıkılmasının failleri cesaretlendirdiğine dikkat çeken Esra Çiçek Mercan, mahkeme tutanaklarında dahi faillerin “Zaten İstanbul Sözleşmesi’nden çıktık, bir şey olmaz” ifadelerine rastlandığını aktarıyor.
 
Sözleşmeden çekilmenin, özellikle göçmen kadınlar ve LGBTİ+ bireyler açısından ciddi bir boşluk yarattığını belirten Esra Çiçek Mercan, bu grupların başvuru ve koruma mekanizmalarına erişimlerinin fiilen ortadan kalktığını dile getiriyor. Esra Çiçek Mercan, şiddete uğrayanların şikayet edemediği, faillerin herhangi bir yaptırımla karşılaşmadığı bir sistemde kadın katliamlarının artarak devam ettiğini vurguluyor.
 
Kürdistan’da çoklu ayrımcılık ve cezasızlık
 
Esra Çiçek Mercan, Mêrdîn’de görülen 27 failli N.Ç. davasını hatırlatarak, faillerin büyük çoğunluğunun kamu görevlisi olduğunu, ancak bu kişilerin sembolik cezalarla “ödüllendirildiğini” ifade ediyor. Esra Çiçek Mercan, şöyle devam ediyor: “Fatma Altınmakas davası ise bu ayrımcılığın ölümle sonuçlandığı vakalardan biri. Tecavüze uğrayan Altınmakas, karakolda Kürtçe bilen görevli bulunmadığı için ifadesi alınamadan evine gönderildi ve ardından aile meclisinin kararıyla öldürüldü. Anadilinde kamu hizmetine erişemediği için yaşamını kaybetti.”
 
Esra Çiçek Mercan, benzer örneklerin sayısının az olmadığını, İpek Er, Gülistan Doku, Rojin Kabaiş gibi çok sayıda vakada failin, kadının etnik kimliği ya da siyasi görüşü üzerinden ceza indirimi alabildiğini belirtiyor.
 
Ne yapmalı?
 
Esra Çiçek Mercan’a göre, Türkiye ve Kürt kadın hareketinin uzun yıllara yayılan mücadelesi sonucunda İstanbul Sözleşmesi imzalandı, 6284 sayılı yasa çıkarıldı ve ceza yasalarında bazı caydırıcı değişiklikler yapıldı. Esra Çiçek Mercan, 6284 sayılı yasanın temel kurallar bölümünde “Yasada hüküm bulunamaması durumunda İstanbul Sözleşmesi hükümleri uygulanır” ibaresini aktararak, “Kadın hareketinin o dönemden bugünü öngörerek buna dair önlemler aldığı anlaşılıyor” diyor. Esra Çiçek Mercan, bu kazanımların tam anlamıyla yeterli olmadığını, ancak mevcut yasaların etkin biçimde uygulanması hâlinde kadınların yaşam hakkının daha güçlü korunabileceğini sözlerine ekliyor.
 
Cezasızlık politikasının sona ermesi gerektiğinin altını çizen Esra Çiçek Mercan, “Etkin pişmanlık, iyi hal indirimi, haksız tahrik gibi uygulamalar kaldırılmalı; katil erkekler hak ettikleri cezaları almalı” diyerek adaletin sağlanması için siyasi irade gerektiğini söylüyor.