Bir dönüm noktasındaki dünya

  • 09:02 8 Ekim 2025
  • Kadının Kaleminden
 
“Soğuk Savaş sonrası dönemin temel ilkelerinin -ABD'nin üstünlüğü, liberal evrenselcilik ve ılımlı küreselleşme- artık geçerli olmadığı şimdiden ortada. Dünya, küresel siyasetin 1945'ten bu yana herhangi bir zamandan daha çekişmeli, çoğulcu ve belirsiz olacağı keşfedilmemiş bir alana giriyor.”
 
Kurdistan Lezgiyeva 
 
Uluslararası sistem her zaman bir değişim halinde olmuştur, ancak 21. yüzyılın başında küresel siyasetin kurallarını yeniden şekillendiriyor gibi görünen jeopolitik, ekonomik, teknolojik ve çevresel değişimlerin hızlandığına tanık olduk. Rusya'nın 2022'de Ukrayna'daki özel operasyonu ve NATO'nun çatışmaya dahil olması, Çin'in hızlı yükselişi, ABD-Çin rekabetinin tırmanması, Orta Doğu ve Afrika'daki bölgesel savaşlar, Afrika ve Latin Amerika'da yükselen güçlerin yükselişi, iklim değişikliğinin yıkıcı etkisi ve yapay zeka gelişiminin devrim niteliğindeki hızı; bunlar, 1945'ten beri kurulan düzenin çökmekte olduğunu düşündüren faktörlerden sadece birkaçı. Bu değişimler temel soruları gündeme getiriyor: Uluslararası sistem kademeli bir uyumdan ziyade niteliksel bir dönüşüm mü geçiriyor? Küresel siyasette bir devrime mi tanık oluyoruz? Eğer öyleyse, itici güçler nelerdir?
 
Teorik değerlendirmeler: Dünya politikasında niteliksel bir değişimi ne oluşturur?
 
Mevcut anın uluslararası ilişkilerde bir ‘devrim’ teşkil edip etmediğini belirlemek için, öncelikle dünya düzeninde niteliksel bir değişimden neyi kastettiğimizi açıklığa kavuşturmalıyız. Literatürde, dünya siyasetindeki devrimler genellikle sistemin düzenleyici ilkelerinin kökten yeniden yapılandırıldığı anlar olarak anlaşılır. Bu, tarihsel örneklerle açıklanabilir. Vestfalya Barışı (1648), devlet egemenliği ilkesini kurumsallaştırdı. Viyana Kongresi (1815), çok kutuplu  ‘Avrupa Uyumu’nu yarattı. II. Dünya Savaşı'nın ardından, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği'nin egemen olduğu iki kutuplu bir düzen ortaya çıktı ve 1991'de Soğuk Savaş'ın sona ermesi, ABD'nin tek kutupluluğunun ve liberal uluslararası düzenin kuruluşunu işaret etti. Bu anlamda, niteliksel değişim, güç dağılımındaki basit bir değişimin ötesine geçer. Uluslararası sistemin temelini oluşturan normların, kurumların ve güç yapılarının dönüşümünü ifade eder. Dolayısıyla, mevcut sistem, yeni düzenin ana hatları belirsizliğini korusa da, yaklaşan dönüşümün çeşitli işaretlerini göstermektedir.
 
ABD hegemonyasının zayıflaması ve çok kutupluluğun ortaya çıkışı
 
Günümüzde sistemik değişimin temel itici gücü, ABD'nin tek kutuplu egemenliğinin zayıflamasıdır. ABD'nin askeri, ekonomik ve ideolojik olarak rakipsiz göründüğü 1990'ların ‘tek kutuplu dönemi’, yerini çok daha belirsiz bir ortama bıraktı. Çeşitli eğilimler bu değişime işaret ediyor. 
 
Çin'in yükselişi: Çin'in hızlı ekonomik büyümesi ve agresif askeri modernizasyonu, onu Amerika Birleşik Devletleri'ne rakip haline getirmiştir. Kuşak ve Yol Girişimi (BRI) ve Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB), Pekin'in küresel ekonomik yönetişim sistemini yeniden düzenleme niyetini yansıtmaktadır. Çin, siyasi meşruiyetin temeli olarak etkinliği, yani devletin ekonomik büyüme, istikrar, yoksulluğun azaltılması ve toplumsal düzen sağlama becerisini vurgulamaktadır. Bu durum, meşruiyetini öncelikle özgür ve rekabetçi seçimlerden ve bireysel haklara saygıdan alan Batı demokrasilerine meydan okumaktadır.
 
Rusya'nın Pragmatizmi: Pekin verimlilik ve istikrara dayalı alternatif bir kalkınma modelini savunurken, Moskova egemenlik, gelenek ve merkezi gücü vurgulayarak kendini liberal demokrasiye karşı ideolojik ve jeopolitik bir denge unsuru olarak konumlandırıyor. Rusya'nın 2008'den beri, Batı'nın kışkırtmalarının ardından 2014'ten ve 2022'de Ukrayna'da özel askeri operasyonun başlatılmasından bu yana yoğunlaşan kararlılığı, Batı'nın dayattığı norm ve kurumlara açıkça meydan okuduğunun bir göstergesi. Moskova küresel hakimiyet peşinde değil, kabul edilemez gördüğü Batı yanlısı kuralların revize edilmesini istiyor.
 
Yükselen güçler: Hindistan, Brezilya, Türkiye ve Suudi Arabistan, büyük güçler arasında denge kuran ve küresel yönetimde daha fazla temsil talep eden daha özerk bir dış politika arayışındadır. BRICS'in (artık Mısır ve İran'ı da içine alan) son dönemdeki genişlemesi, Batı kurumlarından duyulan memnuniyetsizliği yansıtmaktadır. Birçok yükselen güç, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'yı müdahaleci ve ikiyüzlü olarak görmekte, yurt dışında demokrasiyi teşvik ederken aynı zamanda Irak, Libya ve Afganistan'ın egemenliğini baltalamaktadır. Bu ülkeler, Pekin ve Moskova'ya yönelerek Batı egemenliğine karşı bir denge unsuru oluşturmakta ve Batı ile ilişkilerindeki konumlarını güçlendirmektedir.
 
Tüm bunlar, Soğuk Savaş'ın iki kutupluluğuna bir dönüşü değil, birden fazla güç merkezinin yer aldığı ‘karmaşık birçok kutupluluğun’ ortaya çıkışını işaret ediyor. Çok kutupluluk, ABD egemenliğine dayalı hiyerarşik liberal düzeni baltaladığı için niteliksel bir değişimi temsil ediyor.
 
Stres Altındaki Küreselleşme ve Ekonomik Düzenin Parçalanması
 
Uluslararası sistemi dönüştüren bir diğer güç de küreselleşmenin krizi -veya daha doğrusu çoklu krizdir. Liberal düzen, onlarca yıldır ekonomik bağımlılığın barış ve refahı teşvik edeceği varsayımı üzerine kurulmuştu. Ancak 2008 küresel mali krizi, COVID-19'un yol açtığı aksaklıklar ve tedarik zincirlerinin silahlandırılması, küreselleşmeye olan inancı zayıflattı.
 
Jeoekonomi ve parçalanma:  ABD ve Çin arasındaki rekabet, özellikle yarı iletkenler, 5G ve yapay zeka gibi hassas sektörlerde dünyayı ekonomik parçalanmaya doğru itiyor. Ukrayna'daki çatışmanın patlak vermesinden bu yana gözlemlenen enerji ve gıdanın silahlandırılması, karşılıklı bağımlılığın giderek artan bir şekilde bir baskı aracı olarak kullanıldığını gösteriyor.
 
Dayanıklılık ve bölgeselleşme: Devletler, küresel serbest ticaret yerine ‘dostluk’  ve bölgesel ticaret bloklarına odaklanıyor. Bu eğilim, küresel ekonominin rekabet eden etki alanlarına bölündüğünü gösteriyor.
 
Bu parçalanma, Soğuk Savaş sonrası düzenin temelini oluşturan küreselleşmeden uzaklaşıldığını gösteriyor ve uluslararası sistemde önemli bir niteliksel değişimi temsil ediyor.
 
Teknolojik Bozulma ve Dördüncü Sanayi Devrimi
 
Teknolojik dönüşüm, sistemik değişimin önemli bir itici gücüdür. Yapay zeka, biyoteknoloji, kuantum hesaplama ve uzay araştırmalarındaki yenilikler, güç dengesini, savaşın doğasını ve toplum yapısını değiştiriyor.
 
Yapay Zeka ve Askeri Rekabet: Yapay zeka, stratejik rekabeti yeniden şekillendiriyor ve ABD ile Çin bu alanda hakimiyet için yarışıyor. Yapay zeka destekli gözetleme sistemleri ve otonom silahlar, mevcut uluslararası kurumların ele alamadığı etik ve yasal soruları gündeme getiriyor.
 
Siber güvenlik: Siber operasyonlar, dezenformasyon kampanyaları ve dijital casusluk, savaş ve barış arasındaki çizgiyi bulanıklaştırarak geleneksel egemenlik anlayışlarına meydan okuyor.
 
Toplum Üzerindeki Etkisi: Teknolojik aksaklıklar eşitsizliği, işgücünün yerinden edilmesini ve siyasi kutuplaşmayı körüklüyor; bunlar uluslararası arenaya da yansıyan yerel eğilimler.Bu dinamik, geçmiş yüzyılların sanayi devrimlerine benzer yapısal bir dönüşümü temsil ediyor ve küresel siyasette derin niteliksel değişimlere işaret ediyor.
 
İklim Değişikliği ve Ekolojik Kriz
 
İklim değişikliği, sistemik dönüşümün belki de en yaygın itici gücüdür. Devletler arası çatışmalarla ilişkili geleneksel zorlukların aksine, iklim değişikliği ulusal sınırları aşan ve insan güvenliğinin temellerini sarsan küresel bir krizdir.
Güvenlik etkileri: Yükselen deniz seviyeleri, çölleşme ve aşırı hava olayları, büyük çaplı nüfus yer değiştirmelerine, gıda güvensizliğine ve kıt kaynaklar için rekabete yol açmaktadır. Bu baskılar, özellikle Sahel ve Güney Asya'daki istikrarsız bölgelerdeki çatışmaları şiddetlendirmektedir.
 
Jeopolitik yönler:  Yeşil teknolojiler için gerekli kritik mineraller için yarış, küresel rekabete yeni bir boyut kazandırdı. Devletler, lityum, kobalt ve nadir toprak metalleri için tedarik zincirlerini siyasi açıdan istikrarsız bölgelerden güvence altına almaya çalışıyor.
 
Yönetim zorluğu: Uluslararası kurumlar, küresel zorluklar ile devlet merkezli yönetim yapıları arasındaki kopukluğu vurgulayarak, yeterli yanıtlar bulmakta zorlanıyor.
 
Çevre krizi: Vestfalya düzeninin temelleri olan egemenlik ve bölgesellik mantığını sorgulayan ve böylece derin niteliksel değişimlere işaret eden sistemik bir şoku temsil ediyor.
 
İdeoloji, Kimlik ve Medeniyet Siyasetinin Geri Dönüşü
 
Küresel siyaseti dönüştüren bir diğer önemli güç, ideoloji ve kimliğin yeniden canlanmasıdır. Soğuk Savaş'ın sona ermesinin ardından ortaya çıkan liberal demokrasinin zaferi yanılsaması yerle bir olmuştur.
 
Güçlü Bir Devletin Yeniden Doğuşu: Çin ve Rusya, alternatif yönetim modelleri önererek ‘liberal demokratik normları’ açıkça reddediyor. Bu tutumları, Batı liberalizminin ikiyüzlü veya bencil olarak algılandığı Küresel Güney'in birçok bölgesinde yankı buluyor. Dahası, Küresel Güney'deki birçok devlet, BM Güvenlik Konseyi'nin modası geçmiş, temsiliyetten uzak ve savaş sonrası güç yapısı tarafından şekillendirilmiş olduğunu düşünerek, bu konseyin reform edilmesini talep ediyor.
 
Batı'da popülizm: Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa'da milliyetçi ve popülist hareketlerin yükselişi, liberal enternasyonalizme olan güveni zedeledi ve Batı'nın uyumunu zayıflattı. İdeoloji ve kimliğe yeniden vurgu yapılması, evrensel bir liberal düzen varsayımından, rekabet eden değer sistemleri tarafından tanımlanan daha parçalı bir uluslararası manzaraya doğru sistematik bir kaymaya işaret ediyor.
 
Süreklilik: Mevcut düzen neden henüz çökmedi?
 
Tüm bunlara rağmen, küresel siyasetteki devrimin tamamlandığını ilan etmek erken olur. Sürekliliği sağlayan birkaç faktör varlığını sürdürüyor: ABD'nin gücü kilit önemde. Göreceli düşüşüne rağmen, Amerika Birleşik Devletleri rakipsiz bir askeri potansiyele, küresel finansta merkezi bir role ve hızla aşınsa da önemli bir yumuşak güce sahip.
 
Kurumsal Dayanıklılık: BM, DTÖ ve IMF kurumları, zayıflamış olsalar da küresel etkileşimi yapılandırmaya devam ediyor. Dayanıklılıkları, mevcut düzenin tamamen yıkılmadığını gösteriyor.
 
Karşılıklı Bağımlılık Devam Ediyor: Ayrışma bağlamında bile, küresel ticaret ve finans derin bir şekilde birbirine bağlı kalmaya devam ediyor. Örneğin, Çin ve Amerika Birleşik Devletleri yalnızca rakip değil, aynı zamanda önemli ekonomik ortaklardır.
 
Bu süreklilik, mevcut anın bir geçiş aşaması olarak görülmesi gerektiğini vurguluyor: Yeni bir düzen tam olarak kurulmadan eski düzenin yıkılması.
 
Sonuç
 
Günümüzdeki küresel olayların inanılmaz hızı, uluslararası sistemin niteliksel bir değişimden geçtiğini gösteriyor. ABD hegemonyasının zayıflaması, çok kutupluluğun yükselişi, küreselleşme krizi, teknolojik bozulma, iklim değişikliği ve kimlik siyasetinin yeniden canlanması, son otuz yıla egemen olan liberal düzeni topluca baltalıyor. Ancak bu yeni düzen henüz ortaya çıkmadı. Dünya, anlaşmazlıklar, parçalanma ve denemelerle dolu belirsiz bir geçiş dönemi olan bir ara dönemde bulunuyor. 
 
Bu geçişin küresel siyasette devrim niteliğinde bir yeniden yapılanmayla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, bu güçlerin önümüzdeki on yılda nasıl etkileşime gireceğine bağlı olacak. Çok kutupluluk istikrar sağlayıcı mı olacak yoksa çatışmaya mı dönüşecek? Teknoloji ve iklim değişikliği, iş birliğinin katalizörü mü olacak yoksa stratejik rekabeti mi şiddetlendirecek? Bu soruların yanıtları, mevcut anın kademeli bir değişim mi yoksa sistemik bir devrim mi olacağını belirleyecek. Ancak, Soğuk Savaş sonrası dönemin temel ilkelerinin -ABD'nin üstünlüğü, liberal evrenselcilik ve ılımlı küreselleşme- artık geçerli olmadığı şimdiden ortada. Dünya, küresel siyasetin 1945'ten bu yana herhangi bir zamandan daha çekişmeli, çoğulcu ve belirsiz olacağı keşfedilmemiş bir alana giriyor.