‘Lozan ile Kürt sorunu yüzyıllık bir mesele haline geldi’

  • 09:04 15 Temmuz 2023
  • Siyaset
 
 
Melek Avcı 
 
ANKARA - 1921 Anayasası’ndan sonra gelen tüm anayasaların ve anlaşmaların soykırım ve tekçilik üzerine inşa edildiğini dile getiren Yeşil Sol Parti Amed Milletvekili Halide Türkoğlu, toplumsallığı ortadan kaldıran Lozan Antlaşması’na ilişkin ise şöyle dedi: “Bu başta Kürt sorununun, yüzyıllık bir mesele haline geldiğini ama aynı zamanda bu ülkenin ulus devlet kodlarıyla cumhuriyeti kurguladığını gösterdi ve bu kurgulanma biçimi ne yazık ki soykırımdan başka bir şey getirmedi.”
 
Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının yüzüncü yılına sayılı günler karılırken, antlaşma sonucunda dört parçaya ayrılan ve ulus devletlere bölüştürülen Kurdistan’da ve soykırım, inkar ve imha politikaları sürdürülüyor. Ulus devletlerin sözde “çözüm” olarak dayattığı antlaşma bugün Ortadoğu’da bitmek bilmeyen savaşı, katliamları ve zorunlu yerinden edilmenin temelini oluşturuyor. Lozan’a gitmeden önce halkların eşit, özgür ve bütünlüklü bir cumhuriyette yaşayabileceğinin ilk ve son adımı olan 1921 Anayasası bugün hala üzerinde durulan ve tekçilik üzerine inşa edilmeyen tek anayasa olarak karşımızda duruyor. Anayasa tartışmaları yapılırken sadece reformist iyileştirmeler ve kadınların haklarını daha da baskılayıcı maddeler dışında savaşa ve Kürt sorununa çözüm getiremediği, getirilmek istenmediği görülüyor.
 
Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (Yeşil Sol Parti) Amed Milletvekili Halide Türkoğlu, Lozan öncesi 1921 Anayasası’nı, Lozan sonrası gelişen asimilasyon ve soykırım politikalarını ve bu eksende yeni anayasa tartışmalarını değerlendirdi.
 
“Bu yönüyle baktığımızda gelecek olan anayasanın ne olacağı, nasıl bir içeriğe sahip olacağına ilişkin tahminlerimiz var çünkü kadınların yaşam biçimleri ve temel haklarına saldırı söz konusu ve bu artık pratik gündelik hayata yansıyor.”
 
*Seçimlerin ardından yeni anayasa tartışmaları yoğunlaştı. Siyasi partiler, sivil toplum örgütleri, akademisyenler, kadınlar herkes bunu tartışıyor. Öncelikle siz bu tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Seçimlerden önce iktidarın bir anayasa taslağı üzerinden görüşme sürecini başlatma gibi bir durumu söz konusuydu. Başta kadın örgütleri olsun insan hakları konusunda mücadele eden bütün kesimin ortak görüşü şuydu; böylesine toplumu düşman, temel insan haklarını askıya alan iktidarla bir anayasa görüşmesinin olmaması şeklinde ve bunun Meclis’e geldiği anda da geri çekilmesi ya da görüşmeyi reddetme noktasında talepleri vardı. Seçimden sonra iktidar seçim öncesi yapamadığı anayasa tartışmasını şimdi tekrar gündeme getirdi. Burada değişen bir şey yok. Meclis, Cumhur İttifakı bazında ele aldığımızda çoğunluğu sağlayan hem de genel hatlarıyla daha kadın düşmanı, Kürt düşmanı, doğa düşmanı ve rantı, sermayeyi baz alan bir fikriyata sahip. Bu yönüyle baktığımızda gelecek olan anayasanın ne olacağı, nasıl bir içeriğe sahip olacağına ilişkin tahminlerimiz var çünkü kadınların yaşam biçimleri ve temel haklarına saldırı söz konusu ve bu artık pratik gündelik hayata yansıyor. Artık bunu Meclis’te resmi kanallar noktasında yasal çerçeveye de uyduracak şekilde bir tartışmanın başladığını söyleyebiliriz.
 
“Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşu halkların birlikte yaşam, birlikte var olabilecekleri ve mücadelelerini de bu eksende götürebilecekleri bir perspektifle, bir sözleşmeyle sağlandı. Bu sözleşme 1921 Anayasası’na denk gelmektedir.”
 
*Anayasa tartışmaları yapılırken ilk anayasaya yani 1921 Anayasası’na vurgular yapılıyor. Kurucu Anayasa olması itibari ile önemli, özellikle Türkiye’de yaşayan halkları kapsayıcılığı açısından. Özellikle bu anayasayı ardından yapılan anayasalardan ayıran özelliği neydi?
 
Birincisi 1921 Anayasası’nın tarihsel sürecini iyi okumak gerekiyor; nasıl bir süreçti ve nasıl bir hazırlanma sürecine girildi. Özellikle 21 Anayasası’ndan sonra 24 ve diğerleri de dahil olmak üzere daha çok toplum mühendisliği üzerine kurulan anayasalardı. 21 Anayasası aynı zamanda bir kongre anayasasıydı, birçok kongre gerçekleştirildi ve bu kongrelerle birlikte artık Meclis’te statünün sağlandığı, farklıkların kendisini dillendirebilecek, özellikle halkların bütün farklılıklarına, kimliklerine, ana dillerine de saygı gösterebilecek bir çerçeveyle hazırlandı, çünkü yerelden geliyordu. Yerel yönetimler, oluşturduğunuz yerel kongreler bir şekilde Meclis’e gitmiş ve bunun yasası oluşmuştu. O yönüyle baktığımızda hem 1.Dünya Savaşı’ndan çıkmış olmak hem savaşla birlikte siyasi gelişmelere, savaş politikalarından birçok şeye kadar Türkiye’deki halkların bir şekilde kendilerini bir kongre içinde ifade etmesi ve o kongrelerin yerellerde oluşmuş olması, o yerellerde oluşan kongrelerin 1921 Anayasası’na tekabül etmiş olması söz konusuydu. Bir söz verilmişti ve o sözler 1921 Anayasası ile sağlanmış oldu. Ama şu da bir gerçekti 1.Dünya Savaşı’nın getirmiş olduğu temel meselelerden biri şuydu; herkesin kendi kaderini tayin etme hakkını okumak. Bu savaşın içerisinde yer alan halkların bir devlet oluşacaksa,  bu devlet oluşturma meselesinde kendi kaderini tayin etme hakkı üzerindendi. Ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı da ikili bir bakış açısına sahipti; birincisi Wilson İlkeleri dediğimiz bir noktadan kader tayin etme söz konusuyken, bir de Lenin’in özellikle kurtuluş savaşı verenlerin sosyalist bir mücadeleyle kendisini ayakta tutabilecek bir kader tayini vardı. Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşu halkların birlikte yaşamı, birlikte var olabilecekleri ve mücadelelerini de bu eksende götürebilecekleri bir perspektifle, bir sözleşmeyle sağlandı. Bu sözleşme 1921 Anayasası’na denk gelmektedir. Bugün ülkede çok tartışılmayan ama HDP ve onun geleneğinden gelen bütün partilerin en çok atıfta bulunduğu anayasalardan biridir. Hem özellikleri, hem niteliği hem de çözüm noktasında daha başlangıçta halkların yararına duran bir anayasa olmasından kaynaklıdır.
 
“Lozan süreciyle birlikte 1924 Anayasasıyla Türklüğün hakim ideoloji olduğu ve bunun dışında farklı olan hiçbir şeye tahammül etmeyen bir anayasa oluşturuldu. Bu başta Kürt sorunun yüzyıllık bir mesele haline geldiğini ama aynı zamanda bu ülkenin ulus devlet kodlarıyla cumhuriyeti kurguladığını gösterdi.”
 
* Partinizin de 1921 Anayasası’na vurguları var, devamla da iktidarın ya da yakın çevrelerinin de buna vurguları var ama halkların eşit, birlikte ortak yaşamları çerçevesinde değil. “Savaştan çıkılmıştı o zaman öyle gerekiyordu ve esasında Türkiyelilik vurgusu ile oluşturulmak istenen Türklüktü” deniyor. Bu tartışmayı nasıl ele alıyorsunuz ve bu temelde yapılırsa Türkiye’deki sorunlara ne kadar çözüm olur?
 
Bir kere bu bakış açısı hatalı bir bakış açısı,  çünkü ulus devlet bazından bakarsanız böyle okuyabilirsiniz ama dönemin tarihsel gerçekliği, siyasal olaylarına baktığınızda aslında Türklerin, Kürtlerin ve farklı kesimlerdeki halkların birlikte eşit yaşayabileceği bir yaşamın garantisi olarak bu anayasa vardı. Evet, kurtuluş savaşı vardı ve orada Kürtler de Türkler de tarihsel anlamda bir ittifak sağladı ve bu ittifakın ikna noktası kongrelerin yaşanmış olmasıydı. Başta Kemalist cephe olsun hepsi bu kongre sürecinde Kürtlerin muhtariyet dediğimiz, özerklik dediğimiz meselesini kabul ediyor ve anadilden tutun kendini nerede ifade edeceğine kadar eşit yurttaşlıktan bahsediliyordu. Bu 1921 Anayasası’nın özelliğidir ama ne zaman ki bu anayasa ulus devlet bazlı bir yenilenmeye girdi, özellikle Lozan süreciyle birlikte 1924 Anayasasıyla Türklüğün hakim ideoloji olduğu ve bunun dışında farklı olan hiçbir şeye tahammül etmeyen bir anayasa oluşturuldu. Bu başta Kürt sorununun yüzyıllık bir mesele haline geldiğini ama aynı zamanda bu ülkenin ulus devlet kodlarıyla cumhuriyeti kurguladığını gösterdi ve bu kurgulanma biçimi ne yazık ki soykırımdan başka bir şey getirmedi. Eğer bunu bu şekilde okursanız bundan sonra gelecek anayasalar da böyle olacaktır. 21 Anayasası dışında bütün anayasalar ulus devlet mantığıyla toplum mühendisliğini sağlayacak şekilde tekçilik argümanını oluşturmuş, hiçbir farklılığı tanımayan ve gerekirse yok etme noktasında kurulan anayasalardı. Bu yüzden ne halkların ne kadınların ne emekçinin ne de farklı kimlik ve inançların kendisini görebildiği bir anayasa olamadı, çünkü iktidar olanın kendisine göre yasal düzenleme yaptığı ve toplumu dışarıda bıraktığı ve mümkünse de toplumu yasalar üzerinden yönetirken de kendi çıkar ilişkileri üzerinden oluşturduğu bir durum söz konusuydu. Bundan sonra yapılacak anayasalar da bu tarzda giderse daha çok şiddeti ya da kırım politikalarının arttığı bir dönemi de beraberinde getirmiş olacak.
 
“Bu ülkede her anayasanın bir ötekisi var. Düşmanlaştırmadığı alan yok ve her anayasa ile halklar kaybediyorsa bu anayasa tartışması da halklardan daha çok çalacak. Olması gereken kadınların, gençlerin, farklılıkların, kimliklerin, inançların, Kürtlerin ve herkesin bu alana müdahale etmesi ve bu alanın sözünün anayasaya yansımış olması önemli.”
 
*Şunu sormak istiyorum. Türkiye’de tüm halkları, toplumun tüm kesimlerini kapsayacak bir anayasa nasıl oluşturulmalı?
 
Eğer ki demokrasi, özgürlük ve eşitlik gibi temel kaygılarınız varsa bunu merkezden yapamazsınız. Yani iktidar partisi olarak ben yasa hazırladım hadi halk da onay versin şeklinde olmaz. Halkın içinden bunun tartışması olması lazım, bütün herkesin dahil olduğu sadece bir komisyonda hazırlanıp onaya sunulmuş haliyle değil, herkesin görüşlerinin önerilerinin o anayasaya yansıması gerekir. Birçok mücadele hattının kendisini orada görebilmesi gerek örneğin, Kürt sorunun demokratik çözümü için ne gerekiyor, bunun anayasal çerçevesini oluşturmanız lazım. Kadın özgürlük, eşitlik mücadelesi için ne gerekiyor, emek sömürüsü, din, inanç, mezhep farklılıkları gibi temel sorunlarının anayasada çözüm bulması için bu alanların her birinin hem özerkliğini yani statüsünü sağlamak lazım, bu da ancak şu şekilde olur; birebir yaşayanların bunu dillendirdiği bir çerçevede çözümün gelişmesi gerek. Diğer türlü gelişen anayasa tartışmaları bir toplumdan ve halktan kopuk olduğu gibi bir de toplum ve halklar karşıtı anayasa oluşturulmak isteniliyor. Bu ülkede her anayasanın bir ötekisi var. Düşmanlaştırmadığı alan yok ve her anayasa ile halklar kaybediyorsa bu anayasa tartışması da halklardan daha çok çalacak, onların özgürlük ve eşitlik mücadelesini abluka altına alacak, nefes alamayacak bir duruma getirecekse bunun gibi anayasaların topluma zaten faydası olmuyor. Olması gereken kadınların, gençlerin, farklılıkların, kimliklerin, inançların, Kürtlerin ve herkesin bu alana müdahale etmesi ve bu alanın sözünün anayasaya yansımış olması önemli.
 
“Lozan sonrası Ortadoğu’da birçok Arap devleti de oluştu, neredeyse herkes ulus devlet ideolojisi üzerinden kendisini konumlandırdı ve bu daha çok iç çatışmalara, mezhep kavgalarına, farklılığa tahammülü olmayan soykırım politikalarının daha sistematik bir hale gelmesine neden oldu.”
 
* Buradan Lozan Antlaşması’na gelmek istiyorum. Bildiğiniz gibi Lozan Antlaşması’nın da 100’üncü yıl dönümü. Lozan, aynı zamanda 1921 Anayasası’nı da ortadan kaldırma süreci. Nitekim, ardından yapılan 1924 Anayasası Kürtler başta olmak üzere Türkiye’de yaşayan diğer halkların da bir inkar süreci başladı. Lozan öncesi durum neydi nasıl bir Türkiye, Kurdistan ve Ortadoğu vardı ve ardından neler oldu?
 
1.Dünya Savaşı’ndan sonra birçok anlaşma yapıldı ama en son Lozan üzerinden bir çerçeve sağlanmış oldu. Bu çerçeve ne yazık ki Kürtleri dışarıda bırakan ve ulus devlet ideolojisini güçlendiren bir çerçevede Ortadoğu’yu etkiledi özellikle Kürtlerin dört parça Kurdistan’da bölünmüş olması ve bununla birlikte ulus devletlerin insafına bırakılacak bir şekilde statüsüz bırakılmış olmaları aslında daha çok ulus devlet argümanından ve bu savaşın yürütücüsü olan kapitalist modernite güçlerinden bağımsız gelişmedi. Özellikle bu alanda yapılan siyasi ve ideolojik anlaşma daha çok Kürtlerin kaybetmesine ama Kürtlerle birlikte Ortadoğu’da birçok halkın da kaybetmesine neden olan bir anlaşmadır. Ondan sonraki süreçte Ortadoğu’da birçok Arap devleti de oluştu, neredeyse herkes ulus devlet ideolojisi üzerinden kendisini konumlandırdı ve bu daha çok iç çatışmalara, mezhep kavgalarına, farklılığa tahammülü olmayan soykırım politikalarının daha sistematik bir hale gelmesine neden oldu. Lozan’a baktığımızda kısmi de olsa oradaki topraklarda yaşayan farklı kimliklerdeki halkların haklarının olduğu ve bu haklar üzerinden kendilerini dile getirebilecekleri, kaderlerini tayin edebileceklerini söylemesine rağmen bu bile uygulanmadı. Tam tersine devlet o Lozan’ı aldı bir tarafa bıraktı kendi Lozan’ıyla harekete etti, bu da şu demekti; kendi ulus devletini inşa edecek ve bu ulus devleti inşa ederken onun karşısında ya Türk olacaksın yani devletin o inşa ettiği Türklükte yer alacaksın veya bunu kabul etmiyorsan, buna karşı mücadele ediyorsan, hak talebinde bulunduğun zaman, bir söz verdiniz o sözü yerine getirmediniz dediğinizde yüz yıla yakın bir süre olarak soykırım politikası devreye girdi. 
 
 
Öyle soykırımlar yaşandı ki bu ülkede ve hepsi 1925 sonrası yaşanan soykırım politikaları oldu. Devlet öyle bir noktada bunu ele aldı ki bir şekilde Kürtleri bastırma ve bunu bastırırken hem soykırım politikası hem anadilin asimilasyon politikası, toplumu zapturapt altına alacak ve Şark Islahat planları dediğimiz Kürtlere yönelik yasaların çıkması, İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması, yargısız infazların yapılması, neredeyse bir kenti yok edecek katliamların olması bu ülkenin tarihinde Lozan ile başlamıştır. Lozan ile birlikte ulus devlet inşasının getirdiği tekçilik zihniyetinden bağımsız gelişmedi, çünkü bir Türklük inşa ediliyor ve Türklüğün karşısında oluşan hiçbir farklılığı da kabul etmeyecek bir yönetim anlayışı oluştu. Bunu bugün de ele aldığımızda yüz yıllık cumhuriyetin kuruluş kodu haline gelen bir mesele haline geldi. 1921 Anayasası çokluğun üzerine kurulurken 1924 tekçiliğin üzerine kuruldu ve ondan sonra gelen bütün anayasalar hepsi, ideolojik farklılıkları olsa bile hepsi tekçilik üzerine kendini inşa etti ve bu teklik her seferinde öteki ya da diğer farklı olan kesimleri soykırımdan geçirecek yasal düzenlemeleri de kendi yönetim anlayışları içerisinde devreye koydu diyebilirim.
 
“Lozan ile Kürdistan’da dört parçaya ayrılırken, aynı zamanda ulus devletlerin o inşa etmeye çalıştığı yurttaşlık meselesinde kadınlar bunun hedefi haline geldi. Sadece soykırım politikalarına maruz kalmanız değil, zihniyet, düşünce dünyanızda, kültürünüzde, anadilinizde de bir dönüşüm yaşamanız için sizi merkezine alan politikalar gerçekleştirdiler.”
 
* Devam edelim istiyorum. Lozan’ın en önemli sonucu Kurdistan’ın parçalanmışlığı. Bu parçalanmışlık Kürt toplumunu, özellikle de kadınları nasıl etkiledi, nasıl bir tablo ortaya çıkardı?
 
Bir yönetim oluşturuyorsunuz ve bu yönetimin, yöneteceği bir yurttaşlık inşa etmeye çalışıyorsunuz. Bu yurttaşlığı inşa ederken bir yandan savaş politikaları, soykırım var ama bir yandan da idealize edilen, “yurttaşsan böyle yaşayacaksın, şu dili konuşacaksın, hakkın bu olacak” noktasında bir inşadan bahsediyoruz. Lozan ile Kurdistan’da dört parçaya ayrılırken, aynı zamanda ulus devletlerin o inşa etmeye çalıştığı yurttaşlık meselesinde kadınlar bunun hedefi haline geldi. Sadece soykırım politikalarına maruz kalmanız değil, zihniyet, düşünce dünyanızda, kültürünüzde, anadilinizde de bir dönüşüm yaşamanız için sizi merkezine alan politikalar gerçekleştirdiler. Suriye’de Arapça bazlı asimilasyon politikaları gelişirken, İran’da Farsça, Türkiye’de ise Türkçe üzerinden Kürt kadınlarını anadillerinden koparma ve bir nevi fiziksel ve ideolojik bir soykırıma tabi tutma meselesi söz konusu oldu. Biliyoruz ki Şark Islahat planlarını devreye koyduklarında sadece soykırıma dair önermelerde bulunmadılar, bunların hepsi gizli planlardı ve sonradan ortaya çıktı; bir yandan şu il ve ilçede soykırım yapacaksın bir yandan da diyor ki “kız çocuklarını alacaksın mektebe göndereceksin onları Türkleştireceksin ki ancak bu şekilde biz Kürtleri Kürtlüklerinden vazgeçirebilecek bir duruma getirebiliriz.” Yani çoklu bir asimilasyon ve yok etme politikası devreye girdi. O yönüyle baktığımızda başta Kürt kadınlar olmak üzere aslında Türkiye’deki bütün kadın meselelerinde devletin bu alanı daha çok tekeline almaya çalıştığını görüyoruz. Kürt kadınlara saldırıyor, hem asimilasyon politikalarıyla hem savaş politikalarıyla saldırıyor ama onların da şahsında bütün Türkiye’deki kadınlara tek tip kadın olma işte “cumhuriyetin kadınları” ya bilmem şu ideolojinin kadınları, “bunun bayrağını taşıyacak kadınlar” şeklinde onu nesneleştiren ve onun hakikatle bağını kopartan bir noktaya getiriyor diyebilirim.
 
“Lozan savaş sonrası çözüm olarak kendisini ortaya koyarak girdi ve bu sorunları çözmediği gibi derinleştirdi. Toplumsal Lozan dediğimiz şey şu bir sorunun çözümünü istiyorsanız bunun toplumsallığını sağlamak zorundasınız. Bugün Rojava’da olan bu, orada da bir toplumsal sözleşme var. Halklar, inançlar, kadınlar bir sözleşmenin içinde yaşıyorlar.”
 
* PKK Lideri Abdullah Öcalan, İmralı’da yaptığı değerlendirmelerde Lozan Antlaşması’nı 20’inci yüz yılın en trajik olaylarından biri olarak ele alıyor ve Lozan ile Musul-Kerkük petrollerinin değil, Kürtlerin, Kürt-Türk kardeşliğinin tarihsel kardeşliğinin kaybedildiğini söyledi. Buna ilişkin ne söylemek isterisiniz? Kaybedilen Kürt-Türk kardeşliğinin izleri özellikle bu gün nasıl yansıyor?
 
Kürtler, Türkler ve diğer halklarla birlikte mücadelesini verdiğinde gerçekten bir yandan eşitlik ve özgürlük için Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan rejime de karşı da bir mücadele var ki bir cumhuriyet isteniyor. Bu cumhuriyet inşa edilirken daha demokratik daha eşitlikçi statüsü olan farklılıkların kendisini ortaya koyabilecek bir cumhuriyet tezahürü söz konusu. Her ne kadar bu Müslümanlık vurgusu üzerinden ortaklaşan bir mesele gibi anlatılsa da birçok kesimin kendisini orada bulabileceği bir aşama yaşandı. Böylesi bir süreç bir anda lağvediliyor ve lağvedilirken artık tam tersi tek tip olan bir cumhuriyete, evet yine cumhuriyet var ama tekçi bir cumhuriyete giden bir yol alınmış oldu bu da yine ulus devletin ruhundan bağımsız değil. Ulus devlet kendini toplum karşıtlığı üzerinden inşa eder, eğer siz bir şeyin mücadelesini verecekseniz o toplumsallığı inşa etmeniz lazım. Lozan Antlaşması ile birlikte Musul-Kerkük meselesiyle bir yandan Anadolu’yu kaybetme kaygısıyla Türkler, Kürdistan’ı kaybetmeyle Kürtleri baş başa bıraktı. Musul-Kerkük’ü vermek aynı zamanda Kürtlerin dört parçaya bölünmesine sebep oldu. Bazı kaygılar Kürtler ile Türklerin mücadele ettiği, kazanım olabilecek meselelerin hepsini aslında parça parça eden bir duruma getirdi. Bu elbette ki, uluslararası devletlerin saldırma biçiminden bağımsız gelişmedi ama Türkiye devletinin de burada almış olduğu karar Musul-Kerkük’e karşı Yunanlıların Ege’den çıkması gibi bir anlaşma söz konusu. Kaybedildi dediği nokta tamda burası. Kürtler şunu beklemiyordu; dört parçaya bölünüp Kürt halkıyla arasına sınırların gireceğini ve aynı zamanda statüsüz kalabileceğini beklemiyordu ve buna karşı özellikle Şeyh Said İsyanıyla mücadelesini ortaya koydu. Sürdürmeye de devam ediyor.
 
*Yine Lozan’ın yıl dönümüne ilişkin tartışmalar sürerken, ne yapmak gerekir? Lozan nasıl güncellenmeli? Yine PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın “Toplumsal Lozan’a ihtiyaç var” değerlendirmesi var. Partinizin de bu konuda değerlendirmeleri var, ne söylemek istersiniz?
 
Lozan savaş sonrası çözüm olarak kendisini ortaya koyarak girdi ve bu sorunları çözmediği gibi derinleştirdi. Toplumsal Lozan dediğimiz şey şu bir sorunun çözümünü istiyorsanız bunun toplumsallığını sağlamak zorundasınız. Bir yasa mı, sözleşme mi oluşacak bunun tek tek halkla, toplumla birlikte buluşması gerekiyor. Devletlerin sınırlarına göre bir çözümden bahsetmiyoruz biz, o devletlerin sınırlarında yaşayan halkların kendi tarihsel ilişkilerinde birlikte yaşayabileceği olanakların sağlanmasıdır, tam da o zaman bir sözleşme toplumsallaşmış olur.  Bu yapmadığınız sürece yaptığınız anlaşmalar sadece devletler arasında kalır ve devletlerin halkaların kaderini tayin edecek noktada müdahaleleriyle gelişen bir durum haline geliyor. Bugün Rojava’da olan bu, orada da bir toplumsal sözleşme var. Halklar, inançlar, kadınlar bir sözleşmenin içinde yaşıyorlar. Yine Kürt ulusal birliği meselesinde dört parçaya bölünmüşüz ama birlikte yaşam birlikte mücadele noktasında o sınırları değil de birbirini gören bir ulusal ittifaka da ihtiyaç var. Böyle bakıldığında ne sınırların ne de devletlerin size müdahale etmesine imkan yaratmamış olursunuz ve olması gereken de bu. Hem devletlerin böyle bakması lazım hem de halkların sözleşmeleri toplumsallaştırması gerekiyor.