Özdeşlik ve kimliksel varlığın inşası

  • 09:01 23 Haziran 2025
  • Kadının Kaleminden
 
"Kadınların düşünsel ve pratiksel alanda yaşama katılımları, yalnızca bir hak kazanımı değil, aynı zamanda kendiyle özdeşleşme kendisi olma yani Abdullah Öcalan’ın Kürt kadınlar için belirttiği 'xwebûn'  perspektifi ve süreci olarak ele alınabilir."   
 
Semiha Alankuş
 
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan Jineolojî Dergisi’ne gönderdiği mektupta kadın özgürlüğüne ilişkin yeni kavramlar ve tespitlerde bulundu. Uuluslararası komplo ile kaçırılarak Türkiye’ye getirilmesinin ardından İmralı Adası’nda yaptığı değerlendirmelerinde kadın özgürlüğüne ilişkin “Yarım kalan yaşam projem”, “Destansı çalışmam” değerlendirmesi yapan Abdullah Öcalan, gönderdiği mektubunda “Yarım kalan çalışmam tamamlandı. Bu çalışmam artık tamamlanmıştır ve geriye bunu gerçekleştirmek kalıyor” değerlendirmesi yapıyor. Devamında da bunun “Yarım kalan projem Jineolojî ile yol aldı” diyor. 
 
Abdullah Öcalan’ın, mektubunda yaptığı “Jineoloji bu amaçta önemli bir yol aldı. Değerli bir emek harcandı. Şimdi bu emeğin yeni süreçle beraber daha da anlam kazanması gerekir. Kadın varlığının doğru tanımlanması ve kadın kimliği, varlığı özdeşlik yöntemi ile ele alınmalıdır” değerlendirmesi ise kadınların özgürlük mücadelesi, düşünsel ve felsefik gelişmelerinde yeni bir gelişim ve çıkış yapmaya işaret ediyor. 
 
Abdullah Öcalan’ın vurguladığı “Kadın varlığının doğru tanımlanması ve kadın kimliği, varlığı özdeşlik yöntemi ile alınmadır” tespiti ve değerlendirmesi bu süreçte yapılan tartışmaların da ana eksenini oluşturacak nitelikte. Daha şimdiden tartışılmaya ve anlaşılmaya çalışılan bu değerlendirmeye ilişkin özellikle “özdeşlik yöntemi” ya da “özdeşlik ilkesi” ne anlama geliyor, kökeni ve nasıl ele alınabilir bunu biraz ele almaya çalışacağım. Kuşkusuz çokça değerlendirilecek ve derinleştirilecek bir konu ve tespit. Öncelikle bunun altını çizmekte fayda var. 
 
Tanımı ve felsefik kökeni
 
Özdeşlik (Latince principium identitatis), mantığın temel ilkelerinden biridir ve en yalın biçimiyle şu şekilde ifade edilir: "Bir şey, kendisiyle özdeştir" yani A = A’dır. Bu ilke, bir nesnenin ya da kavramın, başka bir şey değil, yalnızca kendisi olduğunu belirtir. Dolayısıyla çelişkiyi dışlar ve tutarlılığı önceler. Felsefi olarak Aristoteles’e kadar uzanan bu ilke, özellikle mantık ve metafizik alanlarında varlık düşüncesinin temel taşı olarak ele alınır.  
 
Antik Yunan’dan itibaren bu ilke, özellikle Aristoteles ve ardından gelen skolastik düşünürler (özellikle Thomas Aquinas) tarafından yapılandırılarak Descartes, Leibniz ve Hegel gibi filozoflar tarafından da sistematik düşüncenin temeli haline getirilir. Leibniz, özdeşlik ilkesini "ayırt edilemezlerin özdeşliği" biçiminde yeniden yorumlayarak, iki varlık tüm nitelikleriyle aynıysa aslında tek bir varlık olduklarını belirtir. Bu doğru ve yeterli mi ya da süreç içerisinde yaşanan gelişmelere de kısaca geleceğiz.
 
Toplumsal cinsiyet ve kadın varlığı ekseninde yorumu
 
Özdeşlik, yukarıda belirtilen ve formüle ediliş biçimi ile felsefede soyut bir düşünsel temel olarak görünse de, düşünsel, felsefik gelişmelerle birlikte kimlik, birey, toplum ve özellikle cinsiyet tartışmalarında eleştirel bir dönüşüme uğrar.  Çünkü bu ilkenin-yöntemin temelinde yatan "aynı olanla özdeş olma" anlayışı, toplumsal normlar içinde sabit ve değişmeyen kimlikler üretir. Bu da özellikle kadınlar açısından "tanımlanmış", "etiketlenmiş" ve "ötekileştirilmiş" bir varlık alanı yaratır.
 
Toplumsal yapılar ve eril normlar, kadını özne olarak değil, erkeğin tanımı üzerinden nesneleştiren bir bakışla değerlendirir. Yani kadının toplumsallığın inşasındaki rolünü, yaratımlarını, kadın etrafında gelişen toplumsal örgütlülüğü ve var olma mücadelesini görmez, yadsır, inkar eder, yok sayar. Yani bu yaklaşım ile kadının toplumsal kimliği genellikle "erkek olmayan", "ana", "eş", "namus" gibi rollere sabitlenerek kendi kimliğini oluşturma ve kendiyle "özdeş" bir varlık olma hakkı elinden alınır. 
 
İşte tam da bu noktada özdeşlik ilkesi-yöntemi, kadınlar açısından yalnızca mantıksal bir kavram değil, bir varoluş mücadelesi haline gelir. Kadının "kendiyle özdeş" olabilmesi için başkalarının tanımlamalarından, geleneksel rollerden, normatif kimliklerden özgürleşmesi gerekir.
 
Düşünsel ve pratiksel gelişim ile kimliğin kuruluşu
 
Kadınların düşünsel ve pratiksel alanda yaşama katılımları, yalnızca bir hak kazanımı değil, aynı zamanda kendiyle özdeşleşme kendisi olma yani Abdullah Öcalan’ın Kürt kadınlar için belirttiği “xwebûn”  perspektifi ve süreci olarak ele alınabilir.  Bu süreç tarih boyunca farklı evrelerde ve biçimlerde ilerler. Gelişmeler bunu gösterir. 
 
Aydınlanma Çağı’nda kadınlar, eğitim hakkı ve birey olarak tanınma mücadelesi vererek, Mary Wollstonecraft gibi düşünürler, kadının akıl sahibi özne olduğunu belirterek eril sistemde düşünsel bir kırılma yaratır. 
 
20. yüzyıl feminist hareketleri, özellikle Simone de Beauvoir’ın “Kadın doğulmaz, kadın olunur” sözüyle, kadının toplumsal inşasına dikkat çekerek biyolojik özdeşlik yerine toplumsal özneleşme sürecine odaklanır. 
 
Bugünün mücadele pratikleri ise çok katmanlı kimliklerle (etnik, sınıfsal, kültürel aidiyet vb.) kadınların yalnızca bireysel değil, kolektif bir varlık olarak da özdeşleşme ihtiyacını vurgular.  Yani artık mesele yalnızca "kadın olmak" değil, "kadın olarak kim olmak, nasıl yaşamak, neye karşı durmak" sorularında düğümleniyor. 
 
Eleştirel yaklaşımlar
 
Postmodern düşünce, özdeşlik ilkesini sabit kimlikler üretmesi nedeniyle eleştirmiştir. Judith Butler, özdeşliği "performans" olarak ele alarak kimliğin sabit değil, sürekli olarak yeniden üretildiğini belirtir. Bu çerçevede kadınlar için özdeşlik, tekil bir öz tanımından çok, çoklu aidiyetler, geçişken kimlikler ve direniş biçimleriyle yeniden kurulan bir süreçtir. Yani kadın kendiyle özdeşleşirken yalnızca bir benlik değil, aynı zamanda mücadele eden, dönüştüren ve dönüştürülen bir kimlik de yaratır.
 
Varlık hakkı
 
Kadınların toplumsal yaşamda düşünsel ve pratik katılımları, onların yalnızca birer birey olarak değil, kendiyle özdeş, kendini tanımlayan, anlamlandıran ve dönüştüren varlıklar haline gelme süreçleridir. Bu, erkek egemen sistemin dışlayıcı özdeşlik tanımlarına karşı kendi özdeşliğini kurma mücadelesidir.
 
Bu nedenle kadınların kimlik mücadelesi, yalnızca görünürlük, eşitlik ya da haklarla sınırlı değildir. Aynı zamanda ontolojik bir mücadeledir: “Ben kimim?” sorusunun cevabını başka otoritelerin değil, kadının kendisinin verdiği bir varoluş alanı yaratmaktır.
 
Yani, Kadınların kimlik inşasında nelerle özdeşleştiği, hangi kimliklerden, rollerden, temsillerden koptuğu ya da onları dönüştürdüğü, hangi tarihsel ya da kültürel anlatılarla özdeşleşmediği (reddettiği), tüm bunlar kadınların özgürleşme mücadelesini analiz etmede bir araç olarak kullanılabilir. Yine Simone de Beauvoir’ın  "Kadın doğulmaz, kadın olunur" tespitindeki kadın özdeşliğinin toplumsal olarak kurulduğunu vurgulaması,  Judith Butler’in “Kimlik sabit değil, performatif bir süreçtir. Özdeşlik, sabit değil dönüşkendir” tespitinin ve Black (siyah) Feminism’in evrensel kadın özdeşliği fikrini sorgulayarak farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarda kadın kimliklerinin oluştuğunu savunması yeniden yeniden ele alınarak derinleştirilmesi gereken yaklaşımlar olarak belirtilebilir. 
 
Erkek egemen sistemden kopuş kimliğin kollektif inşası
 
Sonuç olarak ki en önemlisi Kürt kadınların mücadelesi ile kadınlar, sadece “ezilen halk” kimliğiyle değil, kadın olarak  özgün bir mücadele kimliğiyle özdeşleşirler, xwebûndurlar. Bu özdeşlik; hem erkek egemen sistemden bir kopuş, hem de yeni bir kadın kimliğinin kolektif inşasıdır. “Jin, jiyan, azadî” söylemi tam da bu yeni özdeşlik biçiminin ifadesidir. Bilinçlenen, örgütlenen özgürleşen, kendisi olan (xwebûn) kadının yaşamı ve bunu yaparken de özgür toplumu inşa eden süreci tanımlar.