
Kadınların edebiyat dünyasına meydan okumaları
- 09:04 9 Mayıs 2025
- Jineolojî
"Erkekle hiçbir şekilde aynı koşullara sahip olmayan kadınlar edebiyat dünyasında görünürlük kazanmak için mücadele etmeye devam etmiş ve toplumdan dışlanmayı göze alıp inatla, ısrarla, gizlice yazmışlardır."
Saliha Ayata
Ursula K. Le Guin’in, erkek yazarın haksızlığına uğramış kadın yazarı anlatırken "Erkek normdur. Kadın ise dışında bırakıldığı normun istisnasıdır." deyişi, edebiyatın yazı bağlamından çıkarak adeta bütün dillerin sözlüğündeki çelişki kavramına açıklık getirecek tarihsel bir belirlemeye işaret eder. Sözünü ettiği norm-norm dışı çatışmasının yazı alanına yansımasının oldukça eskiye giden bir tarihi var elbette. Yazma hakkının yalnızca erkeklere bahşedildiği dönemler, bırakalım yazıp üretmeleri, kadınların okuma-yazma öğrenmelerine dahi izin verilmediği dönemlerdir. Dünyanın neresinden, hangi ülkesinden veya hangi eyaletinden bahsedersek bahsedelim kadınların yazma serüveninde önündeki engeller, okuma-yazma, üretme çabaları, mücadeleleri, direnişleri birbirinden farksız değildir.
Kadınların, edebiyat otoritelerince dışlandığının en büyük kanıtı erkeklerden oluşan antolojilerdir. 17. yüzyıl itibariyle kadınlar bütün aşağılanmalara rağmen eserleriyle görünür olmaya başlamışlardır. Buna rağmen, Joanne Balletti-Thomas 19. yüzyıl İtalya’sında o dönemdeki antolojilerin neredeyse hiçbirinin bu kadın yazarlara yer vermemiş olduğuna dikkat çeker. Özellikle 19. yüzyılda, kadınların entelektüel ve zihinsel kapasite açısından erkeklerden daha aşağı olduğu düşüncesi hâkimdir. Yine benzer şekilde, kadın eserlerinin de erkeğinkilerden niteliksiz olmaya mahkûm olduğuna inanılır. Ayrıca kadınların sadece yazdıklarına değil, okudukları metinlere de yukarıdan bakılır. Kadının okuduğu metnin ancak ciddiyetsiz, niteliksiz, boş, basit olabileceğine dair bir inanç geliştirilir. Genel olarak toplumun gözünde “kadın kitapları” sadece kadınlar tarafından okunan, başlı başına ayrı bir kategori halini alır. Kadının okuduğu ve yazdığı metnin, cinsiyetinden bağımsız olarak değerlendirilememesi, bu önyargılarla örselenmek istemeyen çok sayıda kadının, eserlerini erkek imzasıyla yayınlamalarına yol açmıştır.
Adı hiç anılmayan kadınların mücadelesi…
Virginia Woolf, eski dönemde kadınların eserlerinin bulunmadığı bir kitap rafına bakıp şöyle demiştir: “Eğer nadir bulunan cesarete sahip bir kadın, bir şekilde o dönemin kadınının kendini gerçekleştirmesi durumuna karşı ortaya koyduğu engelleri yıkabilseydi, muhtemelen isimsiz bir yazar olurdu ya da “kadının tanınmasının tiksindirici” olduğu bir kültürde, bir erkek takma adı kullanarak yazardı.” Nitekim George Sand imzasıyla tanınan kendini erkek olarak gösteren Fransız romancı ve anı yazarı aslında kadındır ve adı Amantine Lucile Dupin’dir (1804-1876). Sidonie-Gabrielle Colette yazdığı eserlerini eşi olan Henri Gauthier Villars’ın adıyla yayınlamıştır. Sidone-Gabrielle Colette’in kadın olarak farkındalığı arttıkça eşine karşı çıkmış ve kitaplarının ismini geri almak için büyük bir mücadele vermiştir. Adını kullanamayan ve sonrasında geri alma mücadelesi veren veyahut adı hiç anılmayan kadınların mücadelesi…
Tarih, kadınların eğitim görememesinin toplum tarafından doğal karşılanması ve kadınların bu hakkı elde etmek için verdiği mücadele örnekleriyle doludur. Yine de kadınların edebiyat dünyasında var olma çabaları farklı yöntemlerle devam etmiştir. Özellikle okullarda eğitim alabilmek noktasında toplumun gerisinde hatta dışında bırakılmışlar; toplumsal cinsiyet eşitsizliğini eğitim-öğretim alanında çok yoğun hissetmişlerdir. Dünyanın her yerinde, okuma-yazma öğrenmek önceleri sadece erkeğe tanınan bir hak olmuşken, kadının kitap okuması gibi okuma-yazmayı öğrenmesi de hep yadırganmıştır. Erkekler ise istedikleri okulları okuyabilmiş ve edebiyat dünyasında istedikleri temaları seçerek felsefe, politika, aşk, cinsellik vb. her konuda yazabilmişlerdir. Kadınlar ise çoğunlukta eğitim alamamışlar; şanslılarsa evlerinde bulunan kütüphanelerden beslenip kendi kendilerini eğitmek zorunda kalmışlardır. Hajra Masroor ve ablası Khadija Masroor gibi Pakistanlı önemli kısa öykü yazarları kitap raflarıyla dolu bir evde yaşama avantajına sahiptiler ve babalarının ölümü sonrası kütüphaneye erişilebilirlikleri kolaylaştığı için kendi kendilerini yetiştirmiş ve önemli eserler vermişlerdir.(Çatlak Zemin, 17 Ocak2023)
İlk yazarların ve okurların erkeklerden oluşmasının nedeninin, eğitim hakkının sadece erkeğe tanınmasından kaynaklandığı görüşü yaygındır. Nitekim ilk kadın yazarların hayatına baktığımızda, zor şartlar altında okuma-yazma öğrenmiş olduklarını görürüz. Örneğin Jane Eyre’in yazarı Charlotte Bronte (1816-1855), Uğultulu Tepeler’in yazarı Emily Bronte (1818-1848), Agnes Grey’in yazarı Anne Bronte (1820-1849), meşhur Bronte kardeşler, okuma-yazmayı evdeki uşaklarından öğrenmişlerdir. Bir kalem erbabı olan babaları, dönemine göre hayli açık fikirli bir papaz olmasına rağmen kızlarına hiçbir şey öğretmemiştir. Emily, Charlotte ve Anne Bronte kendilerini kendi çabalarıyla geliştirmişlerdir.
Shakespeare’in bir kız kardeşi olsa ne olurdu?
Neredeyse 20. yüzyılın başlarına kadar, kadının yazması “ahlaksızlık” olarak görülmüştür. Dale Spender, Jane Austen’dan önceki 100 iyi kadın yazarı anlattığı kitabında, kadının edebi yeteneklerini satması ile vücudunu satmasının o dönemde eşdeğer olarak algılandığını vurgular. Bir kadının yazması yüzyıllar boyunca, fahişeliği nitelemek için kullanılan kelimelerle anılmış ve çok hor görülmüştür. Genel algı, yazının erkeklere has bir alan olduğudur.
Kadınların nitelikli eser veremeyeceğine inanılır. Yazmaya teşebbüs eden kadın, bu bakış açısına göre cinsine ihanet ediyor, bir anlamda ahlaken düşüyordu. Tüm bunlara rağmen, erkekle hiçbir şekilde aynı koşullara sahip olmayan kadınlar edebiyat dünyasında görünürlük kazanmak için mücadele etmeye devam etmiş ve toplumdan dışlanmayı göze alıp inatla, ısrarla, gizlice yazmışlardır. Buna rağmen tanınma, okunma noktalarında hiçbir zaman erkekle aynı potada değerlendirilememişlerdir. 1929 klasiği olan Kendine Ait Bir Oda isimli kitabının bir bölümünde Virginia Woolf (25 Ocak, 1882-28 Mart, 1941) düşündürücü bir fikir ortaya koymuştur: Shakespeare’in bir kız kardeşi olsa ne olurdu? Yani, benzer bir yeteneğe ve aynı aile geçmişine sahip bir kız kardeş? Geçen yüzyıllara rağmen bu soru, modern toplumu canlandıran ve bugüne dek hayatlarımızı şekillendiren en temel güçlerin bazılarına da hitap ediyor ve hala güncelliğini koruyor.
Türk edebiyatı açısından da süreç böyle ilerler
Osmanlı ve sonrası Türkiye’de de kadınların edebiyatta görünürlüğü diğer toplumlardan çok da farklı değildir. Kadınlar, edebiyat dünyasında 1900’lere kadar var ile yok arasında bir noktada neredeyse yokturlar. Can Şen Osmanlı ve Türkiye’deki kadın edebiyatçılar araştırmasında bu durumu şöyle bir cümleyle özetlemiştir:
“Uzun yıllar boyunca kadınların güzel yazı yazamayacağı ve bir eser meydana getirmenin sadece erkeklere has bir yeti olduğu iddia edilmiş kadın yazarlar edebi ortamda küçümsenmiştir. Hatta Türk edebiyatının romanla ilk tanıştığı yıllarda kadınların roman okuması bile (romanlardaki aşk sahnelerinin ahlakını zedeleyeceği düşüncesiyle) sakıncalı bulunmuştur. Bu şüphe ve olumsuz bakış kadınlar ve roman okuma ilişkisi bahis konusu olduğunda iyice belirginleşir; zaman zaman kesin bir reddedişe dönüşür. Çünkü bu noktada artık ‘ahlakilik’ endişesi ve romanın ’müfsid-i ahlak’ olduğu kuşkusu girmiştir işin içine. Ahlakilik olgusu Osmanlı insanının en ‘hassas’ tarafını ilgilendirmektedir zira ve hatta roman-kadınlar-ahlak üçgeni içerisine kesafeti artan bu kuşku ve endişe yalnızca halk kesiminde mevcut değildir. Dönemin birçok aydını ve -tuhaftır- birtakım edebiyatçıları dahi bu kuşkuyu paylaşır.” (Celal Bayar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi)
Can Şen’in özetlemesinden de anlaşılacağı üzere Osmanlı ve devamında Türkiye’de de edebiyatta kadın bakışı ya ahlakilik ya da ayıplama ile benzer durumları yaşar. Örneğin ilk Türk kadın romancı olarak kabul edilen Fatma Aliye Topuz (1862-1936) beş roman yazmıştır. Babası hukukçu ve tarihçidir ancak Fatma Aliye Hanım herhangi bir okula gidip eğitim almamıştır. Ağabeyi Sedat Bey’in evde özel hocalardan aldığı dersleri dinlemesi sayesinde kendini geliştirir. Daha sonra evlendirilen Fatma Aliye Hanım evliliğinin ilk 10 yılında eşinden gizli kitap okur. Eşinin katı tutumunun değişmesinden sonra onun izni ile tercümeler yapmaya başlar. Daha sonra Ahmed Midhat Efendi ile Hayal ve Hakikat romanını yazarlar ama roman “Bir kadın ve Ahmed Midhat” imzasıyla yayınlanır. Hikâye yine tanıdıktır; kendi adıyla yayınlanmayan eserler ve isimsiz kadınlar… Türk edebiyatı açısından da süreç böyle ilerler ve 1900’lerden sonra kadınlar, okuma-yazma öğrenme çabasına girer ve kendi isimleriyle eser yayınlamak için çeşitli mücadeleler verirler.
Not: Yazının devamı haftaya “Parçalı Ülke Parçalı Edebiyat: Rojhilat ve Öncü Kadın Edebiyatçılar” başlığıyla yayınlanacaktır.