Dizilerde kadın temsili: Şiddeti üreten dil ve cezasızlık ilişkisi 2025-12-20 09:03:04   Derya Ceylan   HABER MERKEZİ - Aldatma, sadakat, intikam ve namus söylemleri etrafında kurulan diziler, kadınları hedef haline getirirken erkek şiddetini gerekçelendiriyor. Bu analiz, dizilerdeki kadın temsillerinin toplumsal şiddet, cezasızlık ve kadın katliamlarıyla kurduğu bağı ele alıyor.   Kadın olmak, bugün yalnızca biyolojik bir kimlik ya da yaşamın devamı anlamına gelmiyor; kadınlar hem gerçek yaşamda hem de ekranlarda kurulan hikâyelerde belirli rollere sıkıştırılıyor. Dijital çağda kadın bedeni ve kimliği çoğu zaman görünmezleştirilirken, kadınlar özne olmaktan çok başkalarının hikâyesini tamamlayan figürler olarak sunuluyor. Bir önceki yazımızda, televizyon dizileri aracılığıyla şiddetin, bireysel silahlanmanın, mafya ve çeteleşme kültürünün nasıl olağanlaştırıldığına; bu kurguların başta kadınlar olmak üzere gençliği ve toplumu nasıl hedef haline getirdiğine dikkat çekmiştik.   Bu yazıda ise dizilerde kadınların nasıl temsil edildiğine odaklanıyoruz. Kıskanmak, Sahtekar, Uzak Şehir, Sahipsizler ile Halef: Köklerin Çağrısı gibi yapımlarda kadınlar çoğunlukla aldatma, kıskançlık, sadakat, ihanet ve intikam gibi kavramlar üzerinden tanımlanıyor. Bu temalar etrafında kurulan hikâyelerde, kadın bedeni ve kimliği sürekli sorgulanan, denetlenen ve hedef haline getirilen bir unsur olarak öne çıkıyor.   Aldatma, ihanet, sadakat ve intikam kurgusu   Televizyon dizilerinde kadınlar çoğu zaman kendi hikayelerinin öznesi olarak değil, erkek karakterlerin yaşadığı çatışmaların nedeni ya da sonucu olarak konumlandırılıyor. Aldatma, ihanet, sadakat ve intikam etrafında kurulan senaryolar, kadınları sürekli sorgulanan, suçlanan ya da bedel ödemesi gereken karakterlere dönüştürüyor.  Birçok dizide erkek karakterin şiddeti, öfkesi ya da intikam arayışı “haklı” gerekçelerle açıklanırken, kadın karakterler bu sürecin ya sorumlusu ya da hedefi olarak gösteriliyor. Aldatıldığını düşünen erkeğin intikamı meşrulaştırılırken, ihanete uğrayan kadın ise susmaya, katlanmaya ya da cezalandırılmaya zorlanıyor.   Bu kurgu, kadınları iki dar kalıp arasında sıkıştırıyor: Ya “sadık, fedakâr ve her şeye katlanan” kadın ya da “ihanet eden, aileyi dağıtan ve cezayı hak eden” kadın. Bu iki uç arasında kadının duyguları, kararları ve iradesi yok sayılırken, erkek şiddeti ise çoğu zaman “onur”, “aldatılma” ya da “gurur” gerekçeleriyle meşrulaştırılıyor. Ekranda kurulan bu dil dizilerle sınırlı kalmıyor; gerçek hayatta kadınlara yöneltilen suçlayıcı, denetleyici ve baskıcı bakışın toplumsal zeminini güçlendiriyor.   Kadın nasıl hedef haline getiriliyor? Somut örnekler   Son yıllarda ekranda yer alan birçok dizide kadın karakterler benzer kalıplar içinde sunuluyor. Hikâyeler değişse de kadınlara biçilen roller büyük ölçüde aynı: Susan, katlanan, bedel ödeyen ya da “yanlış yaptığı” öne sürülerek şiddete maruz bırakılan kadın.   Bu dizilerden bazıları şöyle:   Halef: Köklerin Çağrısı dizisinde kadın, “soy devamlılığı” ve aile yapısı üzerinden tanımlanıyor. Kadının bireysel varlığı değil, erkeğin geçmişi ve geleceği için taşıdığı işlev öne çıkarılıyor. İtiraz eden kadın ise çatışmanın kaynağı olarak gösteriliyor.   Uzak Şehir dizisinde kadın karakter, aldatma ve sadakat ekseninde suçlanan taraf haline geliyor. Erkek şiddeti anlaşılır gerekçelerle sunulurken, kadının maruz bırakıldığı baskı sıradanlaştırılıyor.   Sahipsizler dizisi, kadınları korunmaya muhtaç, yalnız ve savunmasız figürler olarak resmediyor. Kadının güçlenmesi değil, bir erkeğin himayesine girmesi çözüm gibi sunuluyor.   Eşref Rüya’da kadın karakter, erkeğin travmalarını ve intikam duygusunu besleyen bir araca indirgeniyor. Şiddet, dramatik ve estetik bir unsur haline getirilerek görünmezleştiriliyor.   Kıskanmak dizisinde ise kadınların duyguları patolojik bir sorun gibi sunulurken, erkeklerin kontrolcü ve baskıcı tutumları “doğal bir tepki” olarak çerçeveleniyor.   Bu yapımların ortak noktası, kadının ancak bu sınırlar içinde kaldığı sürece kabul görmesi; sınırların dışına çıktığında ise cezalandırılması. Şiddet çoğu zaman açık biçimde mahkûm edilmezken, hikâyenin ilerlemesini sağlayan dramatik bir araç olarak kullanılıyor.   Kuma, ikinci kadın ve fedakârlık anlatısı   Birçok dizide kadınlara biçilen roller, “kuma”, “ikinci kadın” ya da “fedakâr eş” figürleri üzerinden kuruluyor. Erkek merkezli düzen sorgulanmazken, kadınlardan susmaları ve her koşula katlanmaları bekleniyor. Bu kurgularda kadınlar çoğu zaman birbirlerinin rakibi haline getiriliyor; dayanışma yerine rekabet üretiliyor. “Mecbur kaldı”, “ailesi istedi”, “soy devam etmeliydi” gibi gerekçelerle erkeklerin davranışları meşrulaştırılırken, kadınların uğradığı psikolojik şiddet görünmez kılınıyor. Fedakârlık, kadının omuzlarına yüklenen zorunlu bir role dönüşüyor. İtiraz eden kadın “bencil” olarak yaftalanırken, susan ve katlanan kadın yüceltiliyor.   Cezasızlık ve ‘haklı erkek’ anlayışı    Dizilerde erkek şiddeti çoğu zaman “haklı” gerekçelerle açıklanıyor. Kadın katliamlarının ardından sıkça duyulan “aldatıldım” ya da “namusum kirlendi” gibi savunmalar, dizilerde önceden normalleştirilmiş söylemler olarak karşımıza çıkıyor. Bu yaklaşım, şiddetin nedenlerini sorgulamak yerine sonuçlarını olağanlaştırıyor. Böylece “erkek şiddeti neden bu kadar yaygın?” sorusu görünmez hale getiriliyor.   Medyanın toplumsal etkisi ve RTÜK çerçevesi   Diziler çoğu zaman “kurgu” olarak savunulsa da, medya araştırmaları ekranla kurulan ilişkinin pasif olmadığını gösteriyor. RTÜK’ün medya kullanım araştırmalarına göre televizyon, hâlâ toplumun en yaygın tüketilen mecrası olmayı sürdürüyor. Özellikle akşam saatlerinde ailece izlenen diziler, toplumsal algıyı doğrudan etkiliyor.   Uzun süreli ekran maruziyeti, kadınlara yönelik baskı ve şiddetin olağanlaşmasını hızlandırıyor. Erkek şiddetinin cezalandırılmadığı, hatta romantize edildiği diyaloglar, izleyicide örtük bir meşruiyet alanı yaratıyor. Sorun “uygunsuz sahneler” değil; sistematik biçimde üretilen erkeklik kurgusu ve kadının bu kurgu içindeki konumu. Medya yalnızca gerçeği yansıtmaz; aynı zamanda toplumsal gerçekliği yeniden kurar.   Şiddet dilinin yeniden üretimi   Kadına yönelik şiddet, devlet, iktidar ve eril zihniyetin iç içe geçtiği bir tahakküm biçimi olarak ortaya çıkıyor. Medya ise bu yapının yeniden üretildiği ve yaygınlaştırıldığı temel alanlardan biri haline geliyor. Kürt Halk  Önderi Abdullah Öcalan’ın kadın özgürlüğü paradigmasında vurguladığı gibi, kadın köleliği iktidar ilişkilerinin en eski ve en temel biçimlerinden biridir. Bu açıdan baktığımızda dizilerde kadının edilgenleştirilmesi, şiddetin gerekçelendirilmesi ve erkeğin merkeze yerleştirilmesi, bu tarihsel ilişkinin günümüzdeki yansımaları olarak karşımıza çıkıyor. Şiddet yalnızca fiziksel eylemlerle sınırlı değil; zihinsel ve kültürel olarak da inşa ediliyor. Dizilerde tekrar eden erkeklik kurguları, erkeğe denetleme ve cezalandırma hakkı tanıyan bir dünya algısı yaratıyor. Bu algı ekranda kalmıyor; gündelik hayatta, sokakta ve ilişkilerde karşılık buluyor.   Ekranda kurulan şiddet dili, hayatı yeniden biçimlendiriyor   Dizilerdeki kadın temsilleri, yalnızca dramatik tercihlerden ibaret değildir; toplumsal hafızayı, yargıları ve davranış kalıplarını doğrudan etkileyen politik bir alanı işaret eder. Aldatma, sadakat, namus ve intikam gibi kavramlar üzerinden kadınlar hedef haline getirilirken, erkek şiddeti istisnai değil, meşru bir hakmış gibi sunulur. Bu dil, kadınlara yönelen şiddetin toplumsal zeminini güçlendirir. Cezasızlık politikalarıyla birleştiğinde ise ölümcül sonuçlar doğurur. Kadın katliamlarında faillerin kullandığı gerekçelerle dizilerde üretilen erkeklik kurguları arasındaki benzerlik, bu bağın ne kadar güçlü olduğunu açıkça ortaya koyuyor.   Kadın özgürlükçü ve demokratik toplum perspektifi açısından mesele, yalnızca “olumsuz temsillerin eleştirisi” değil; bu temsillerin yerine hangi yaşam düzeninin konulacağıdır. Şiddeti olağanlaştıran, kadını suçlayan ve erkeği merkeze alan diyaloglar yerine, kadınların özne olduğu, iradesinin tanındığı ve şiddetin teşhir edildiği bir medya dili mümkündür.   Ekranda kurulan dünya, sokakta yaşanan gerçekliği beslerken; aynı şekilde dönüştürücü bir dil de toplumsal değişimin önünü açabilir. Bu nedenle medya yalnızca izlenen değil; sorumluluk taşıyan bir alandır. Kadınların yaşamını hedef alan şiddetin karşısında, yaşamı savunan bir medya dili inşa etmek bugün bir tercih değil, bir zorunluluktur.