Mekanları geçmişi, bugünü ve tarihsel kimlikleriyle ele almak
- 09:02 31 Ocak 2021
- Kültür Sanat
HABER MERKEZİ - Tutsak Zelal Dilan, tarihsel mekanlara dair kaleme aldığı yazısında, şöyle diyor: "Mekanların dünü bugünü yarınıyla kucaklamak tarihi daha gerçekçi ele almamızı kolaylaştırır. Bir mekan her dönemde farklı kimlikler kazanabilir fakat kazandığı kimliklerin hiçbiri diğerini yok etmez ortadan kaldırmaz."
Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde 1994 yılında dünyaya gelen Zelal Fidan, ilk, orta ve lise eğitimini ilçede tamamlar. 2013 yılında Muğla Sıtkı Kocaman Üniversitesi’nde PDR bölümünde bir buçuk yıl eğitim alır. Üniversitedeki baskılardan ve hukuka olan ilgisinden dolayı okulu bırakıp tekrardan sınavlara hazırlanır. Diyarbakır Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanan Zelal, bu süreçte birçok kez gözaltına alınır. “Örgüte üye olma” iddiasıyla 9 yıl 3 ay hapis cezası alan Zelal, 3 buçuk yıldır Diyarbakır T Tipi Kadın Kapalı Cezaevi’nde tutuluyor.
Zelal, Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven’in başlattığı açlık grevi eyleminde de yer aldı.
Zelal, ajansımıza gönderdiği mektup ile, tarihsel mekanlara dair bir yazı kaleme aldı.
Yazıda şu ifadeler yer alıyor:
“Toplum hayranlık uyandıracak kadar şaşırtıcı olabilen kolektif bir hafızaya sahiptir. Bu hafıza bazı mekanlarda toprağa atılmış tohumun önce fideye, fidana ardı sıra ağaca dönüşmesi gibi tek kök üzerinde kendini büyütüyor. Her tarihsel dönem kendine has bir ruha sahip olduğu değerlendirmesinin yanı sıra her mekanın da kendine özgü bir ruh taşıdığını söyleyebilirim.
Bazı toplumsal yaratımlar ait olduğu dönemde kabul görecek o çağ için bir kimliksel imge olabiliyor. Öte yandan bazı başkaca toplumsal yaratımlar ait olduğu mekanla tarihin sıfır noktası tanımıyla böylesi süreğen mekanların başında sayılabiliyor. Bildiğimiz en eski tarihsel anıt olan Göbeklitepe dev sütunlarıyla işlemeciliğiyle hayranlık uyandıran gizemli yapılardan biridir. Tarihi M.Ö. 12 binlere dayanan bu yapı Harran Ovası'nın bağrında tüm ihtişamıyla bin yıllara meydan okumaktadır.
Urfa'ya 20 KM'lik bir mesafede Örencik köyü yakınlarında ortaya çıkan buluntular medeniyetin doğuşuna dair bilgileri alt üst etti. Neolitik dönemini bilinen 2 bin yıl gerisine çekerek dünyanın ilk tapınağı unvanını üstlendi. Dikili taşlar üzerindeki tilki, yılan, leylek, domuz vb. hayvan figürleri dönem açısından gelişkin bir sanat algısı oluşturduğunu da göstermektedir. Bir hac yeri olabileceği düşünülen Göbeklitepe ait olduğu dönemin kozmopolit bir merkeziydi. Elde edilen bulgulardan Göbeklitepe'deki yerleşimin yaklaşık M.Ö. 9500 tarihinde aniden sona erdiği anlaşılıyor. Neolitik insan nedendir bilinmez, burayı mühürleyip terk etmiş
(Bahoz Savata- Kürtlerin tarihi 1- İsmail Beşikçi Vakfı yayınları -2019 Kasım)
Göbeklitepe 10 bin yıldan uzun bir süre boyunca dönemlerin uygarlık merkezlerinin dışında kalan bir mekandı. Şehirlerin yerleşim yerlerinin uzağında olabildiğince sapa denilebilecek bir yerdeydi. Konumun sağladığı avantajla 12 bin yıl boyunca varlığını bozulmadan koruyabildi. Dev sütunların oyulması, dikilmesi korunması gibi teknik konuların hayret verici bir yana inşa ediliş sebepleri, taşa şekil veren kültürel birikimler toplumsal inanç sistemleri gibi manevi birikim konusunda da arkeoloji ve tarih dünyasına birçok soru kazanırdı. Tamamen tesadüfi bir şekilde ortaya çıkarılan bu dev miras tarihi devletli uygarlıkla başlatan yorumları bir kez daha haksız çıkardı. Sümer Rahip devletlerinden çok daha önce olgunlaşmış bir toplumsallık kültürünün varlığını türlü kamuflajlarla yok sayan modernite bu sarsıcı keşifle beraber tarihi daha geriden ele almak zorunda kalacaktır.
Göbeklitepe'nin varlığından haberdar olmadığımız veya varlığıyla alakadar olmadığımız binlerce yıl boyunca Harran Ovası'nın birçok açıdan uygarlığı besleyen bir konumda olduğunu biliyoruz. Gerek kadın tapınaklarının merkezi oluşu, gerek nemrutların mekanı olması gerekse de İbrahim'in çıkışı hasebiyle güçlü bir geleneğe sahip olduğunu dile getirebiliriz. İbrahim'in Balıklı Göl’ü Nemrut’un yakmayan ateşi, Sabil'lerin kadın tapınakları bir yana minicik bir ağacın sırlarını bağrında taşıyan Harran. Bu ağacın sırrı Göbeklitepe'nin sırrıyla yaşıt, çünkü köklerini kalın bir toprak tabakasıyla örtünecek korunan dikili taşlardan alıyor.
Göbeklitepe anıtları binlerce yıl toprağın altında gizlenerek varlığını koruyabildi. Gizli bir hazineydi fakat toplumsal hafıza orada bir kutsallık formunun olduğuna işaret ediyordu. Yöre halkı o bölgenin ziyaret olduğuna iknaydı. Hiçbir sebep aranmaksızın orada bulunan bir ağaç kutsal kabul edilerek korunuyor. O ağaçtan çocuksuz kadınların dileklerini genç kadınların umutlarını ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını karşılaması bekleniyordu. Göbeklitepe'nin ya yerleşik bir dönemde inşa edilmiş olduğu ve sonrasında zamanla terk edilmiş bir ibadetgah olabileceğini yorumlarken bu tarihi mekanın özünü göz ardı edebiliyoruz. Şayet Göbeklitepe'deki dikili taşları incelikle yontulmuş dev sütunlar ait olduğu dönemin maneviyatını besliyorsa yarattığı inanç zincirinin son halkasının o minicik ağaç olduğunu söyleyebiliriz. Tapınağın üstünü örterek onu bağrında koruyan toprak ana kutsiyetin nişanı olarak yeryüzüne bir sembol yerleştirmeyi unutmadı.
Ziyaret olarak anılan ağaç, Göbeklitepe'nin yerini fısıldıyordu. Belki de şayet bu ağaç bulunduğu konumdan 10 KM uzakta olsaydı başka anlamlar yükleyebilirdik. Fakat ibadetgaha o kadar bitişik oluşu hem fiziki hem manevi olarak o mirasta beslendiğini ortaya koyuyor.
Ana ve atalarımızın inşasında ter döktükleri o mekanda yeşeren ağacın bu terle sulanışı tam anlamıyla köklerini tarihten alışı hayranlık uyandırıyor. Tarihi geriye götüren bu gizemli mekan gizli kalmış bazı toplumsal cevherlerin açığa çıkmasına omuz verebilir. Nasıl ki birey kimi duygu ve davranışlarının temelini çocukluğunda arayıp buluyorsa toplumun çocukluk evresini de bugünü anlamak ve geleceği yorumlamak için tahlil edebilmeliyiz. Tarihsiz toplum olamayacağına göre tarihin tüm formlarını andaki mevcut toplumda etkin olarak görebiliyoruz. Uygarlığı büyütüp geliştirdiğimiz iddia ederken var olanı güçten düşürdüğümüzü hatta bazen unutarak yok ettiğimiz gerçeğini görmezden geliyoruz. Ziyaret ağacına bakınca yer üstünde gördüğümüz şey alelade bir davranış. Fakat esasında tarihin derinliklerinden kökleriyle beslenmiş muhteşem bir hafızadır. Öyle ki inşa edildiği dönemin harikası olan bir eser zamanla farklı inanç ve dinlerin güçlenmesiyle bir kenara bırakılmış yine de tamamen yok olmayacak başka bir biçimde varlığını sürdürmüştür. Ziyaret inancı köklerini eskiden alan bir inanç şekli olmakla beraber Urfa'da etkisini İslamiyet ile bütünleştirerek devam ettirmiştir. Dinlerin biçimleri ritüellerini anlamları ve konuları zamanla değişiyor. Fakat dönemde güçlü olan din diğerlerini kendi bünyesine katarak ilerliyor. Böylece din ve inançların birbirini cömertçe beslediği bir tarihe tanıklık ediyoruz.
Göbeklitepe'deki aktarıma benzer bir aktarımı Suriye'de açığa çıkan bir kazıda görmek mümkün. Suriye'deki olay Bizans tarihçisi Steven Runcimen'in ağzından dinliyoruz. Aktardığına göre Suriye'de demiryolu yapımı için bir kazı yapılırken bir yatırın türbesinin yıkılması gerekir. Köyün Müslüman halkının başta karşı çıkmasına rağmen inşaatın yapımıyla görevlendirilmiş olan müteahhit söz konusu yatırın taşlarını numaralayarak türbeyi demiryolunun geçeceği yerin yalnızca bir kaç metre ötesine taşımaya halkı ikna etmeyi başarır. Ancak kazıda yatırın bulunduğu yerde Müslüman ermişlerin ilgili hemen hiç bir şey çıkmazken biraz daha kazılınca türbenin altında bir Hıristiyan ermişleriyle ilgili bazı eşyalar bulunur. Biraz daha derinlemesine kazıldığında ise çok tanrılı dinlerden birinin boynuzlu bir tanrısının heykeli ortaya çıkar. (Nimet Elif Uluğ- Osmanlıda batıl itikatlar ve Büyü/ Doğan Kitapçılık 2017)
Hıristiyan put kırıcılığının elinden kurtulan boynuzlu tanrıyı şanslı saymak gerek. Bir arizin eşyasının aynı yerde korunması belki de o mekandaki kutsallık birikiminin kültürel aktarımına aracılık etme amacını taşıyordu. Daha ilginç olansa hem Hristiyanlıkla hem put tanrıyla kıyasıya savaşmış İslam kültürünün bu mekanın koruyuculuğunu üstlenmiş olmasıdır.
Gücü başka inançları asimile ederek kendine uyarlama
Gücünü başka inançları boğarak ve asimile ederek kendine uyarlayarak ortaya koyan inanç sistemlerini ilerledikçe özsel olana yaklaşabiliriz. Psikanalizin dediğine göre hatırlamadığımız bilinçaltına ittiğimiz yaşantılarımız bugünkü davranışlarımızın belirleyicisi olabiliyor. Doğru bulmadığımız ya da zararını gördüğümüz davranış tarzlarımızı çözmenin yolu bilinçaltımızdadır. Bu gizli yanları açığa çıkarmaktır. Sebebini açığa çıkardıktan sonra çözüme kavuşmak kolaylaşır. Çünkü her halükarda görünen bir rakiple savaşmak görünmez bir düşmanla boğuşmaktan yeğdir. Günümüz modernite bunalımının çözümsüz kaldığı kimi noktaları da tarihsel bağlamda ele aldığımızda çözmek kolaylaşabilir. Demir yolu civarındaki yöre halkı yatır türbesine gidip yakarıda bulunurken yüzyıllar öncesinde aynı noktada durup boynuzlu tanrıya yakaran kişiyle benzer duyguları paylaşmaktaydı. Halk bunu yaparken unutulmuş anıların etkisinde olduğundan habersizdir. Yine de farkında olmadan yaşattığı bu anılar toplumsal hayatı kuşatmaktadır. Tıpkı çocuklukta sevdiğimiz bir şarkının veya korktuğumuz bir hikayenin tüm hayatımızı kuşatması gibi. Psikanalizin temel yaklaşımlarını tarihsel süreçle bağdaştırdığımızda birey-toplum ikilisinde birçok ortak noktayı yakalayabiliriz. Nasıl ki bireyin bugünkü davranışlarında geçmişin etkisi vardır. Birey psikanaliz yoluyla bazı çatışma ve nevrozların dan kurtulmaya çalışmaktadır. Bu benzerlikten yola çıkarak tarihsel analiz yoluyla toplumsal çelişki ve çatışmaları en aza indirmeye çabalamak abes olmaz. Toplumsal tarih okumalarımızı bu eksende yapmanın faydası olabilir.
Ulu Camii’nin tarihi çok eskilere dayanıyor
Göbeklitepe ve boynuzlu tanrının tarihsel yolculuğuna benzer bir yolculuğu Amed'deki Ulu Cami'de görmekteyiz. Ulu cami geçmişe katman katman uzanan bir mirasın asırlara dayanan taşıyıcılığını yapmaktadır. Camii formundan önce Mor Tema Kilisesi olarak kullanılan bu yapının tarihi çok daha eskilere dayanmaktadır. Öyle ki Diyarbakır kentini ismini bu mabedin ilk formundan alarak günümüze uzanmıştır. Buna dair araştırmacı yazar Fethi Süvari'nin ‘Ekolojik Toplum’ eserinde dile getirdiği araştırma sonuçları hayli şaşırtıcıdır. Kentin Asur hakimiyetinde olduğu (M.Ö. 808 ve sonrası) uzun bir tarihsel süreç boyunca şehir bir mabedin etrafında örülerek genişlemekteydi. Bugünkü Ulu Camii'nin bulunun yer şehrin tam göbeğindeki mabet olarak civar halkın inanç simgesi halinde kimlik kazanıyordu. Bu tapınak Bakireler Tapınağı olarak bilinmekteydi. Pagan inancının yaşandığı kentte Sümer rahip devletleriyle beraber tanrıça kültürünün 'bekaret' yaftasıyla düşünülmeye devam edildiğini yorumlayabiliriz. Zorba ve yıkıcı Asur yönetimindeki kent Bakireler Tapınağı’nın etrafında şekillenmiştir. Diyarbakır ismini ise Diyar-Bekir'den (Bakireler Diyarı) tünediği rivayet edilmektedir. Bu isimlendirmenin Arapça dilinde oluşu, bölgedeki Aryen görünümünde çelişik görünse de M.Ö. 700'lü yıllardaki iskanların bunda etkili olduğunu söyleyebiliriz. Zira Asurluların kendi yazıtına göre 90 bin 580 kişilik bir Arap Nüfus kabileler halinde bugünkü Sason-Bingöl'den Diyarbakır'ın güneyine kadar olan bölgeye yerleştirilmiştir. Böylece bölgede Sami kültürüyle tanışıklık yaygınlaşmıştır.
Bakireler tapınağının sonraki dönemlerde Şemsiler tapınağına kilise-cami görünümlerine bürünmesi Diyarbakır kentindeki inançsal geçişin açık ifadesidir.
Teşup Mabedi
Bir başka araştırmacının Ulu Camii tarihini tanrı Teşup'a dayandırdığını görmekteyiz. F.Battal Odabaşı'nın yorumuyla Kadirler, Asur işgalcileri tarafından yıkıma uğratılan ülkelerinde halkın kendisine olan güvensizliği nedeniyle Tanrı Teşup'un adını alarak halk üzerinde saygınlık oluşturmaya çalışmışlardı. Teşup, dağlı Kürtlerin tarıma geçişinde biçimlenen bir tanrıydı. Fırtına-Şimşek tanrısı olan Teşup, dağlarda fırtınalarda av yapmayı engellemiş, şimşekler sayesinde yanmış ormanlardan doğal ateş edinme şansı vermişti. Bu yüzden Teşup yapımı yüzyıllar sürmüştür. Bu durumda Ulu Camii'nin Teşup Mabedi olduğunun rivayet edildiğini tahmin etmek zor olmayacaktır. (Amed'deki Ulu Cami'nin içinde Teşup Mabedi’dir)
Teşup resminin üzerine İsa'nın resmi Hıristiyanlık döneminde işlenmiş sonraki zamanlarda da onun da üzerine İslam figürleri yapılmıştır. (F.Battal Odabaşı- Güneşin Krallığı -2014)
Tarihi bilgilerdeki bulanıklık daima egemenlerin lehine kullanılmıştır. Buna rağmen Ulu Cami'nin bölgedeki rolüne tarihsel izlerinden çıkar sayabiliriz. Diğer iki mabed gibi İslam uygarlığı Ulu Camii'de de son halkayı oluşturduğunu görüyoruz. Ama elimizde yeterince berraklaştırılmış bilgiler bulunmamaktadır. Tarihi aydınlatabilecek bu gibi mekanların hakikatinin açığa çıkmasına tüm uygarlıkların başta İslam uygarlığının katkı sunması gerekir. Belki de tarihsel mekan motiflerinde geçmiş ve geleceğin bu gün de bir araya gelişini tanımlamak, böylece an da zuhur eden gerçekliği tanımlamak daha kolay olabilir.
Kutsal mekanların kutsiyet gerekçelerini tarihsel dayanaklarla efsanevi bir renge büründürdüklerini söyleyebiliriz. İnsanlık tarihindeki en eski düşünce biçimlerinden olan mitolojik düşüncenin dinsel biçimde kendini günümüze dek güçlü bir kararlılıkla devam ettirdiğini bu gibi mekanlar sayesinde yorumlamaktayız. Kudüs, Mekke gibi tek tanrılı dinler açısından mukaddes kabul edilen kentlerde aynı zamanda pagan kültürünün izlerini görmekteyiz. Örneğin Kudüs'te kutsal tapınağı inşa eden kral Süleyman, Filistin mitoslarındaki tanrılar, kadınlar için yapılan tapınakların benzerini inşa etmiştir. Öyle ki tapınakta Filistin mitolojisinin ilk denizi "Yam" simgesiyle büyük bronz bir kazan ile tanrıça Asena'nın bereket kültürünü simgeleyen iki sütun bulunmaktaydı.
Kabe’nin hangi gerekçeyle inşa edildiği bilinmiyor
Müslümanların hac tapınağı olan Kabe'nin tarihinde de mekanın süreğen bir kutsallığa işaret ettiğini görmekteyiz. Çok eski bir tapınak olduğunu bildiğimiz Kabe'nin hangi gerekçeyle inşa edildiğine dair kanıtlar mevcut değildir. Fakat Hz. Muhammed Kabe'nin İbrahim'le oğlu İsmail tarafından inşa edildiği rivayet ederek uzak bir tarih ile ilişkilendirdi. Böylece Kabe Kudüs'teki tapınağın tarihinden daha eski bir tarihe dayandırılmış oldu.
Mekke başlangıçta bir tören merkeziydi
Hz. Muhammed çağından önce Arabistan'ın dinsel merkezi yine Mekke’ydi. Mekke şehri ismi Sabi dilinde tapınak anlamına gelen makarova kelimesinden türemiştir. Mekke başlangıçta bir tören merkeziydi. Kent zamanla bu merkezin çevresinde kuruldu. Sami çok tanrıcılığı varlığını koruyordu. İslam öncesi çağda da Kabe'nin tanrısının Allah olduğu kabul ediliyordu. Allah'ın kelimesi anlamı tanrıdır. Ve bu isim hem Yahudi hem Hristiyan Araplar tarafından aynı söylemle kullanılmaktadır.
Tanrı-tanrıça motifleri
İslam'dan önce Arabistan da çok sayıda yerel tanrı-tanrıça motifi bulunmaktaydı. En önemlileri de Allah'ın kızları (Benatullah) olarak bilinen üç tanrıçaydı. Lat (Tanrıça) mezat (kader) Uzza (Kudretli) diye anılan tanrıçalar oldukça saygın bir yere sahipti. Bu tanrıçalar tapınak yerlerinde gerçeğe uygun heykellerden ziyade koca dikili taşlarla temsil ediliyordu. Araplar için Kabe'de rahatlatıcı bir devamlılık duygusu vardı. Zira ataları bilinmeyen bir zamandan beri burada tapınıyorlardı.
Kabe Hz. Muhammed'in çıkışından sonra 630 yılında İslami bir kimlik konarak Müslümanların hac yeri haline geldi. Kabe’nin İslam için temel yapı taşlarından biri olduğunu İslam'ın 5 temel şartından birinin hac oluşundan anlayabiliriz. Dini mekanların toplumsal bir birikimle devamlılık kazanan durumunu Kabe kutsallığında bir kere daha görmekteyiz.
Zirvesine çıkmış mutlak sevgi
Kabe'yi yalnızca bir küp olarak görmek mekanı ruhundan soyutlamak olacaktır. Bu yüzden maneviyatın ve simgesel anlatımın etkisini de anlamak gerekir. Ali Şeriati Kabe'ye dair ‘Kabe yüzü sizi yörüngesine çeken bu dünyanın güneşidir. Allah’ın çevresinde dönerken çok geçmeden kendinizi unutursunuz. Yavaş yavaş eriyen ve yok olan bir parçacığa dönüşürsünüz. Bu, zirvesine çıkmış mutlak sevgidir demektedir. Öte yandan ‘niye Kabe hiç bir düzenlemenin ya da süslemenin olmadığı basit boş bir küptür?’ diye sorar. Cevabında ise çünkü o evrende tanrıların gizini yeniden sunar, tanrı biçimsiz renksiz, benzersizdir. İnsanın seçtiği gördüğü veya düşlediği biçim veya durum ‘ne olursa olsun tanrı değildir’ diyerek tanrının evine simgesel bir anlam yüklemektedir. Zira Kabe'nin boş oluşu hacılara ‘Bu sizin gideceğiniz son yer değildir. Kabe bir işarettir o size yalnızca yol gösterir’ demektedir. Belki de sofilerin ‘Asıl Kabe insandır, bir insanın gönlünü kıran Kabe’yi yıkar’ söyleminin hakikati katkısını anlamaya alışmak faydalı olabilir.
Hafızayı yorumlamak ihtiyaçtır
Farkındalıksız bir akışla bilince çıkan bu hafızayı doğru ve bütün yorumlamak ihtiyaçtır. Böylece zaman aşan mekanları toplumsal bir hakikati ifade etmek biçimi olarak yorumlayabiliriz. Bu mekanlar kayıp cennetin anahtarı olmasa bile toplumsal kavrayış ve hakikat hazinesinin yoluna döşenmiş bir taş olabilir.
Broudel'in deyimiyle ‘Tarih olanaklı tüm tarihlerin dünün, bugünün geleceğin öğretilerinin toplamıdır. Ve en büyük hata bu toplamı oluşturan parçalardan herhangi birinin değerini dışlayacak biçimde tercih etmektedir. Böyle bir tercih yapıp ona saplamak tarihçinin diğer öğretilerinin yaklaşımlarını gözden kaçırması sorunuyla karşılaşmasına neden olur’. (F.Broudel -Tarih Üzerine Yazılar- 1992)
Hakikat bütündür, keskin çizgilerle ayrılmaz
Broudel'in tarih yorumlamasına göre ‘nereden geldik neredeyiz ve nereye gidiyoruz’ sorularını ayrı ayrı değil bütünsellik içinde ele almak gerekiyor. Çünkü hakikat bütündür, keskin çizgilerle ayrılmaz. İç içe geçmiş halkların oluşturduğu bir bütünlük parçalı bakış açısıyla kavranmaz. Mekanların dünü bugünü yarınıyla kucaklamak tarihi daha gerçekçi ele almamızı kolaylaştırır. Bir mekan her dönemde farklı kimlikler kazanabilir fakat kazandığı kimliklerin hiçbiri diğerini yok etmez ortadan kaldırmaz. Herhangi bir kimliği öncelemek mekanın gerçekliğine zeval vermez yalnızca fili kıllarıyla anlatmak gibi yetersiz bir bakış açısına sahip olmamıza sebep olacaktır. Tüm kimlikleriyle bir ırmak misali deryaya akıtmak deryalaştırmak hakikate yaklaşmanıza olanak tanıyacaktır.”