
Nurgül Beytiye Ekinci: Kadınların olmadığı bir barış süreci eksik kalır
- 09:06 3 Ekim 2025
- Siyaset
Melek Avcı
ANKARA - Saadet Partisi Kadın Kolları Genel Başkanı Nurgül Beytiye Ekinci, barışın kapsayıcı bir toplumsal mutabakatla mümkün olacağını belirterek, “Kadınların görünmeyen emeğiyle barış ilmek ilmek örülüyor” dedi.
Kürt sorununa demokratik çözüm kapsamında 1 Ekim’de başlatılan ve bir yılı geride bırakan sürece ilişkin tartışmalar ve çözüm arayışları sürüyor. Bu çerçevede Meclis’te kurulan komisyon çalışmalarını yürütürken, siyasi partilerin soruna ve çözüme yaklaşımları, örgütlenme biçimleri ve süreci toplumsallaştırma adımları sıkça gündeme geliyor. Öte yandan, kadınların barış süreçlerindeki rolünün hayati önemde olduğu da defalarca vurgulandı.
Bu bağlamda, Saadet Partisi Kadın Kolları Genel Başkanı Nurgul Beytiye Ekinci, sorularımızı yanıtladı.
*Öncelikle barış ve çözümün anlamından ve ne ifade ettiğinden konuşmakla başlayabiliriz. Barışa ve çözüme bakış açınız nedir?
Bu problemin nasıl çözüleceğini, bu problemin çözümünde kimlerin paydaş olması gerektiğini ortaya koymamız gerekiyor. Bu problemin çözülmesinde sadece “ben Saadet Partisi Kadın Kolları etkili olacak” dersem, Türkiye’yi okumamış olurum. Bu çözümde her türlü siyasi partinin, her türlü sivil toplum örgütünün ya da her türlü kültürün yer alması gerekiyor. Türkiye’yi neye benzetirsiniz derseniz, özellikle kültür açısından Urfa’da bulunan Çingene Kız Mozaiği benim için çok önemli bir mozaiktir. Çok severim.
Hatta her baktığımda farklı duygular yaşadığım, farklı düşüncelere kapıldığım bir mozaiktir benim için. Çingene Kız Mozaiği, farklı mozaiklerden, küçük küçük parçalardan oluşuyor. Her birine tek tek baktığınızda kahverengi, krem rengi, turuncu rengi bir anlam ifade etmiyor. Birçok renk var ve o renkler toplamda bir araya geldiği için o Çingene Kız Mozaiği bir anlam ifade ediyor. Türkiye tam da böyle bir yer. Birçok farklı inancın ve kültürün mayalandığı, kök saldığı, geliştiği ve meyvesinin yendiği bir yerden bahsederken, aynı şekilde biz de toplumda hem erkeğimizle hem kadınımızla beraber var olmanın, paylaşmanın ve birlikte bu ülkede insanlığa katkı sağlamanın yolunu aramalıyız.
Ben sizi Beytiye olmak için, siz de beni Melek olmak için zorlamamalısınız. Ben Beytiye olarak varlığımı sürdürürken, siz de Melek olarak varlığınızı sürdürmelisiniz. Bunu sürdürürken tek önemsediğimiz şey, bugün de konumuz olan barıştır.
Eğer o barışın önce kendi vicdanımda, sizin için de var olduğuna inanırsam, bunu topluma ve devlete sürdürme imkânı olur. Yoksa diğer türlüsü, “barış sadece benim için var” ya da “şu topraklar, şu inanç, şu ırk için var” dersem, zaten barış kavramını konuşmak mümkün değil. O yüzden, eğer barış diyorsak, bu barış herkesi kapsamalı. Her türlü cinsiyeti; kadını, erkeği, çocuğu, yaşlıyı, hastayı, engelliyi, toplumda sayabileceğiniz her türlü kültürü ve her türlü inancı da kapsamalı.
Devlet dediğin böyle bir şeydir: Bütün inançları ve kültürleri yönetmektir. Bunu yaparken de Türkiye’deki en önemli sıkıntımız herhâlde modernleşme süreci ile “kim modern” sorusudur. Aslında “kim modern” sorusuna Batı cevabını vermiş: Teknolojiyi, gelişmeyi elinde bulunduran demiş. Ya da sadece teknolojiyi ve gelişmeyi değil, düşünceye de yön verenin modern olduğunu ifade etmiş.
Biz bugün o modernizmi okurken ya da modernleşmeyi okurken, belirli kıyafetlere, belirli düşünce yapılarına, belirli yaşam tarzlarına sığdırdığımız bir anlayışa kapatmışız. Hâlbuki bu değil. Türkiye’de o yaşam tarzlarını, birbirimizden öğrendiğimiz şeylerin olduğu, ortaklarımızın çok olduğu üzerinden okuduğumuz takdirde, barış süreci benim yüreğimden sizin yüreğinize etkilendiği; o yürekler birleşip, toplumun ve devletin de aynı anlayışta olduğu zaman gerçek barış ortaya çıkmış olacak. Diğer türlüsü, eğer barış sadece benim için ya da siz barış sadece sizin için diye düşünürseniz, o barışın bütünleşmesi mümkün olmaz. Barış bile değil onun adı; ayrıcalıktır.
Biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak 82 milyon, hukuk önünde vatandaş olarak eşitiz. Bu eşitlik ne bir toprak için farklı olmalı, ne bir aile için farklı olmalı, ne de bir makam için farklı olmalı. Bizim barışa bakış açımız tam da bu noktada ve bu noktada kadınların olmadığı bir barış sürecinin de tamamen bir ayağı eksik olan bir durum olduğunu ifade etmek yerinde olacaktır.
*Kadınlar yıllardır barış süreçlerinde ön safta yer alıyor. Sizce kadınların ortak mücadelesi, bugün Türkiye’de ve bölgede barış arayışlarını nasıl etkiliyor?
Kadınların bu süreci erkekler kadar etkilediğine yürekten inanıyorum. Bu noktada yaklaşık 12 yıldır Saadet Partisi'nde kadın kollarında görev yapıyorum ve Türkiye’yi geziyorum: doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi… Her bir kadınımızın barışı, birlikteliği ve bu ülkenin çıkarlarını esas aldığını; pazarda pazarcılık yapan kadının da, üniversitede akademisyenlik yapan kadının da, gazetede gazetecilik yapan ya da siyasette siyaset yapan kadının da bu ülkeye katkı sağladığını ve bunu yaparken de barış için yaptığına yürekten inanıyorum.
Kadınlar, anne olması ya da anne adayı olması; yüreklerinde merhameti barındırmaları nedeniyle barışı öncelikli düşünenlerdir. Hep “duygusal” olarak ifade ederler bizi. O duygusallığımız, bu toplum için de devlet için de çok büyük bir avantajdır. Neden? Çünkü o merhamet, gelecekte çocuklarımı, torunlarımı düşündüğümde onların iyi bir geleceği planlaması ve yaşaması için barış içerisinde olmaları gerektiğini gösterir. O yüzden kadınlar, anne ya da anne adayı olarak barış elçisidir. Bunu unutmamak gerekir. Bu nedenle kadınların bu süreçte olmaları çok kıymetli ve değerlidir.
Sadece bu süreçte değil, bugüne kadar geldikleri her alanda yaptıkları çalışmalarla da barış sürecinin oluşması için zemin hazırladılar. Yapılan çalıştaylarda, pazarda yaptığımız konuşmalarda, Meclis kürsüsünden yaptığımız konuşmalarda, komşumla oturup mırra içerken de ya da Karadenizli olarak ona çay ikram ederken de aslında biz bu barış sürecinin örülmesine çok büyük katkı sağladık.
Erkekler hiç mi bulunmadı? Tabii ki bulundu. Amenna. Asla “bulunmadı” diyemeyiz. Ama biz, temelde o barışın örülmesi için belki 11 çayımızda, bazen dışarıda buluştuğumuz kafelerde oturup kahve içerken ya da çocuklarımızın problemlerini konuşurken bunu ilmek ilmek ördük. Kadın deyimiyle tam da böyle, dantel örer gibi… Doğusuyla, batısıyla, kuzeyiyle, güneyiyle bunu ilmek ilmek ördüğümüz için bugün toplum barış sürecini istiyor. Neden? Çünkü toplumda kadının teması, erkeğin erkeğe temasından daha yüksektir. Hatta erkekler artık unutmuş durumda; bunu sürdüren kadınlar. Dolayısıyla toplumu bugün bu sürece hazırlayan kadınlardır.
O yüzden kadınların bu emeği hani o görünmeyen emek olarak gördüğümüz, toplumu mayalayan kadınların fiili katkısı hem komisyonda hem süreç içerisinde görünür kılınmalıdır. Buna hem doğudaki hem batıdaki siyasetçilerimizin kısmen dikkat ettiklerini düşünüyorum. Ama kadınların sözlerinin dinlenip dinlenmemesi çok daha farklı bir konu. Ne yazık ki bu, bugün var olan hükümetin politikasıyla alakalı bir durum. Bulundukları yerlerde insanlar fikirlerini söylemekten, katkıda bulunmaktan asla geri durmuyorlar. Ama sözleri öne çıkmıyor ya da dinlenmiyor. O yüzden bugün Türkiye'nin barış sürecine gelmesinde, birlikte yaşama sürecinin örülmesinde kadınlarımızın yaptığı katkıdan dolayı her birine gerçekten gönülden teşekkür ediyorum.
*Partilerin kadın politikaları ile barış politikaları arasında nasıl bir bağ görüyorsunuz? Kendi partiniz bu konuda nasıl bir yaklaşım sergiliyor?
Kadın kolları olarak yaptığımız her çalışmanın barış sürecine katkı olduğunu ifade ettim. Sadece bununla değil… Evet, görünmeyen bir emek ama görünür şekilde de bunun ifade edilmesi gerekiyor. O yüzden bütün teşkilatlarımızda bu sürecin nasıl olması gerektiğini uzun yıllardır anlatıyoruz.
Şunu da ilave etmem gerekiyor: Saadet Partisi’nin bayrağında bir hilal ve beş yıldız var. O yıldızlardan bir tanesi de barıştır. D-8’i kurarken de umdelerimizden birisi çatışma değil, barıştır. Biz sadece Türkiye’de değil, dünyada da barışı esas alan bir teşkilatız. Bu konuda da asla ne teşkilatımızın içerisinde, ne Türkiye’de, ne de dünyada barışın dışında başka bir şey düşünmüyoruz.
Bu noktada barışın, küçültecek olursak, kavgaların önüne geçmek için ortamın yumuşaması, ortamda hakların iade edilmesi için gerekli mücadeleyi 1969’dan itibaren sürdürdüğümüzü söyleyebilirim. Erbakan Hoca’nın bir derdi vardı: Bu topraklarda sömürülen değil, hakların halklara, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına eşit bölüştürüldüğü bir anlayışı bize anlatmıştı.
Bugün neden doğuyla batı ya da kuzeyle güney arasında söylem farklılığı ya da refah farklılığı var? Çünkü yatırım farklılığı var. Sermayenin, sanayinin İstanbul’da toplandığı bir yerde doğal olarak pay doğuya ya da güneye gidildikçe azalıyor. Hâlbuki böyle olmaması gerekiyor. Erbakan Hoca buna 1970’lerde “ağır ve yaygın kalkınma” demişti. Yaygın kalkınmanın anlamı tam da şuydu: Doğuda ve batıda kaynaklarımızı üretime dönüştürecek altyapı ve fabrika faaliyetlerinin sağlanmasıydı.
Biz de tam bu noktada, Türkiye’nin kalkınmasının nasıl olabileceğini; doğudaki kaynakların, Elazığ’daki, Van’daki, Manisa’daki, Muğla’daki, Antalya’daki, Niğde’deki kaynakların nasıl yerelde kullanılacağını ve yereldeki insanlara katkı sunacağını ortaya koyduğumuz projeler hazırladık.
Şimdi diyeceksiniz ki barış süreciyle bunun ne alakası var? Çok alakası var. Çünkü barış dediğin “hadi gel seninle barışalım” dediğiniz bir şey değildir. Sizinle barışmak için kavga ettiysek eğer, benim bir hatam varsa önce özür dilemem gerekiyor. İkincisi, bir eşitsizlik varsa o eşitsizliği gidermem gerekiyor. Üçüncüsü, o eşitliği devam ettirmem gerekiyor. Bunun için de kaynakların sadece belirli ailelere, gruplara, illere paylaştırıldığı değil; Türkiye’nin 81 ilinin kalkınması için doğru şekilde kullanıldığı ve vatandaş için ortaya konulduğu bir anlayışı benimsememiz gerekiyor.
Bu tam da barıştır işte. Barış ancak böyle sağlanır. “Hadi gelin barışalım” demekle barış olmaz. O barış için günübirlik çıkıp artistik şekilde cümleler kurabilirsiniz, birçok insanın da dikkatini çekebilirsiniz. Ama biz hiçbir zaman bunu yapmadık. Bizim niyetimiz artistlik yapmak değil, bu ülkeye fayda sağlamak. İnsanların refah seviyesini, kültür seviyesini artırmak.
Hatta şöyle söyleyeyim: Bazen gazetecilere sitem ediyorum. “Hep problemleri konuşmak için geliyorsunuz, gelin bir gün de kültür-sanat konuşalım” diyoruz. Ama dönüp bakıyorum, kültür ve sanatı konuşacak durumda değiliz. Çünkü ekonomik şartların eşitlenmediği, açlık sınırının sürekli yükseldiği, açlık sınırında çalışan insanların sayısının arttığı bir ülkede kültür ve sanat konuşmak ütopya kalıyor. Hâlbuki bu topraklarda kültürün, sanayinin, sanatın, teknolojinin en verimli olduğu yerlerde biz hâlâ kavgaları konuşmak zorunda kalıyoruz.
O yüzden biz barış sürecini sadece bugün kurduğumuz cümlelerle değil, 1969’dan itibaren getirdiğimiz projelerle, bundan sonra ortaya koyacağımız çalışmalarla; aynı zamanda vatandaşlarımıza bakış açımızla, onları nasıl gördüğümüzle değerlendirdiğimiz bir süreç olarak görüyoruz.
Postmodernizmin vatandaşa en büyük zararı, onu devletin müşterisi yapmasıdır. Bu anlayışın bizim topraklarımızdaki insanlara da dünyadaki insanlara da zulüm olduğunu görüyoruz. Çünkü vatandaş, devletinin müşterisi değil; vatandaşıdır.
Barış, hem vatandaşımı nasıl tanımladığımla hem de vatandaşlarıma ne sunduğumla ilgilidir. Bundan sonraki amacımız, barışı desteklemek ve sürdürmektir. Çünkü bugün barışırsınız ama o barışın temelleri sağlam atılmadığında ve sürdürülmesi için gerekli tedbirler alınmadığında, yarın o barışın çatışmaya dönme ihtimali vardır. Biz o barışın devam etmesi için elimizden geleni yapacağız.
*Barış müzakerelerinde kadınların çoğunlukla görünmez kılındığını biliyoruz. Sizce kadınların barış masasında etkin temsil edilmemesi çözüm arayışlarını nasıl zayıflatıyor?
Kadınların eksik olduğu yer, toplumun ve devletin eksik olduğu yerdir. Ama şuradan başlayalım: Barış süreci için kurulan komisyonlarda kadınlardan önce siyasi temsilleri konuşmak gerekiyor ve o komisyonların etkinliğini değerlendirmek gerekiyor. Barış sürecini konuşmadan önce, hükümet şeffaf olarak ne olduğunu, ne olacağını herkes için ortaya koymuş olsaydı; o noktada zaten “kadınlar mı katıldı, siyasi partiler mi katıldı, kim etkili, kim yetkili” diye tartışmazdık.
Ama süreç başından itibaren şeffaf yürümediği için kim ne konuşuyor, hangi kanaldan bu iletişim sürüyor, kimlere ne vadedildi ya da vadeden olmadı, süreç nereye gidecek, nasıl sürdürülecek... Bunların hiçbiri net değil. Hükümet bu konuda şeffaf davranmadığı için, biz kadın temsilinden ziyade önce sürecin doğru başlatılmış ve işletilmiş olması gerektiğini söylüyoruz.
Doğru başlatılmayan süreçlerde kadınlar da, siyasi partiler de, sivil toplum da eksik kalır. “Komisyonlar birçok sivil toplumu dinliyor” deniyor. Evet, dinlediler. Ama bu dinlemelerin siyasete etkisi nedir, karşılığı nedir, bilmiyoruz. Bilmiyorsak, oraya yüz kadın da koysanız, bin kadın da koysanız bir anlam ifade etmiyor.
Bu demek değil ki kadınlar olmasın. Elbette olmalı. Ama devletin süreci şeffaf ve doğru yürütmesi asıl meseledir. Ben ümitsiz değilim; aksine bu sürecin doğru sonuçlanması gerektiğine milyon kez inanıyorum. Ancak ne yazık ki hükümet süreci doğru okuyamıyor. O yüzden mesele sadece kadının eksikliği değil, sürecin eksikliğidir.
Kadının olmadığı yerde kararlar da eksik olur. Ama burada altını çizdiğim nokta liyakattir. Her yerde kadın olsun derken, liyakatli kadınlardan bahsediyoruz. Liyakatli kadın var mı? Kesinlikle var. Bizim kadınlarımız çok iyi yetişiyor. Diyarbakır’da Jin Pazarı’nda balık satan kadın bile ne istediğini, ne istemediğini gayet iyi biliyor. Dolayısıyla kadınlar hazır. Ama süreçler doğru yürütülmediği takdirde, kadınların emeği de israf edilmiş olur.
*Bu süreçle ilgili iktidarın atacağı adımlar ve yapılacaklar konusunda net bir yol haritası ortaya koyması gerektiğini mi söylüyorsunuz?
Bugün ortaya ne konulacaksa koyması gereken hükümettir. Ama koymadığı yerde neyi konuşuyoruz o zaman? Bu, konuşmamalıyız anlamına gelmesin. Ben bir siyasi parti olarak, toplumdaki herhangi bir birey olarak tabii ki barış sürecini her defasında konuşurum. Gerekli olan insanları ikna etmek için ya da problemleri ortadan kaldırmak için konuşurum. Ama bir siyasi partinin kadın kolları temsilcisi olarak söyleyeceğim şey, hükümetin ortaya koyduğu yol haritasıdır: Ne olup ne olmadığı, neresinin eksik kaldığı ya da topluma uygulanırken nelerin yapılması gerektiğidir.
Ama biz bugün hâlâ felsefi tartışmaların ötesine geçemiyoruz.
*Kadınların barış için kurduğu ittifakların siyasal iktidar ve diğer partiler üzerinde baskı yaratabileceğini düşünüyor musunuz? Bu ortak zeminin genişletilmesi için ne yapılmalı?
Biz kadınlar o ittifakı kurduk. Ama bugün hükümet bunu görmek istemiyor. Görmüyor. Bunun CHP, DSP, AKP, DEM Parti olmasının bir önemi yok biz kadınlar açısından. Dolayısıyla bizim bir araya gelmemizde hiçbir sıkıntı yok. O ittifakı biz yıllar önce fazlasıyla kurduk. Ama görmek istemeyen bir hükümetle karşı karşıyayız.
Karadeniz’de bir laf vardır: Balık baştan kokar. Ben bunu tersine çeviriyorum: Balık baştan dizilir. Hükümetin bakış açısı değişmediği sürece sorun devam eder. Ama kadınların çalışmaları çok kıymetlidir. Bu sürecin bugün buraya gelmesinde ve toplumda kabul görmesinde kadınların çok büyük emeği vardır. Bunu genişleterek devam ettirmeliyiz.
Biz kadınlara düşen şey, kimsenin kimliğine bakmadan, ortak zeminde nasıl hareket edebiliriz sorusudur. İnsanlığın ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çıkarlarını, refah seviyesini nasıl artırabiliriz? İşte bu sorulara yanıt bulmamız gerekiyor. Ayrılıklarımız değil, ortaklarımız üzerinden yürümemiz; birbirimize saygımızı kaybetmeden bir ortam oluşturmamız gerekiyor. Kadınlar bunu başardı.
Birçok toplantıda, farklı görüşten ve inançtan kadınlar bir araya geliyoruz, gayet güzel konuşabiliyoruz. Ama bizi görmeyen, duymayan bir hükümet var. Bu bizi yıldırır mı? Asla. Belki sesimizi daha çok insana ulaştırmamız gerekiyor. Kadınlar olarak bunu yapıyoruz. Şimdi hükümetin buna müsaade etmesi gerekiyor. Yoksa biz kadınlar, hangi siyasi partiden ya da kültürden olursak olalım, o ittifakı çoktan kurduk.
*Meclis’te bir komisyon kuruldu. Bu tartışmaları kadınlar olarak müzakere ediyor ve gündeminizde yer veriyor musunuz?
Tabii ki gündemimize alıyoruz. Ama bu gündemimizin tamamı değil; çünkü Türkiye'nin ciddi sıkıntıları var. Bugün barış sürecinin temelini oluşturan şey ekonomidir. Barış sürecinin devam etmesi için ekonominin iyileşmesi gerekiyor. Gündemlerimizin en başında ekonomi var. Kadın siyaset temsili hakeza öyle. Dolayısıyla ne varsa gündemde, o bizim gündemimizde de var.
Ama komisyonlarda birebir ne konuşulduğunu bilmiyoruz. Çünkü komisyonda değiliz. Sadece medyaya yansıyan kadarını biliyoruz. Ama tekrar ediyorum: Bu süreç “O bunu konuştu, şu bunu konuştu” diye yürütülmemeli. Hükümetin bu süreçteki yol haritasını, hukuksal ve toplumsal olarak ne yapacağını ortaya koyması gerekiyor. Biz de bunun üzerinden ne yapmamız gerektiğini belirleyebiliriz.
Bizim mantığımız “Bunu hükümet, AK Parti yapmasın” değil. Kim yaparsa yapsın, bu ülkeye ve çocuklarına fayda sağlayacaksa biz destekleriz. Hükümet yanlıştan dönerse, bu hepimizin yararınadır. Biz de sorumluluk alırız. Ama neyin sorumluluğunu aldığımızı bilmemiz gerekir. Ben bir siyasi partiyim, STK değilim. Politika üretmek zorundayım. Hamasi söylemlerle vakit kaybedemeyiz.
Bu yüzden başından beri Genel Başkanımız, vekillerimiz ve bizler sürecin nasıl yürüyeceğinin açıklanması gerektiğini söyledik. Bunun üzerinden konuşmak gerekir. Diğer türlüsü, toplum ve STK’lar konuşmaya devam etmeli, biz ise politika üretmeliyiz. Bunun için hükümetin ne yapacağını netleştirmesi gerekiyor.
*Burada politika üretmekten kastınız, sürecin hızlanması ve somut adımlar noktasında bir netlik oluşması mıdır?
Kesinlikle. Politika budur zaten. Türkiye’de politika deyince gençler, “iki laklak yapıyorlar” diye küçümsüyor. Biz öyle bakmıyoruz. Biz politikayı vatandaşımıza hizmet olarak görüyoruz. Bu hizmet de “yapacağım, edeceğim” değil; “yaptım, ettim” cümleleriyle ölçülür.
Barış sürecinin devam etmesi için doğudan batıya, kuzeyden güneye tüm illerde kaynakları üretime dönüştürüp halkla paylaşmamız gerekir. Konuşmamız gereken de budur.
Ayrıca bu süreçte hukuki olarak veya fiziki olarak işin içinde olanlar, şehit ve gazi aileleri… Onların durumu da çözülmek zorundadır. Devlet bir dönemde insanlara “gidin, ölün ya da gazi olun” dedi. Öte yandan silahlı mücadeleye katılanlar da aynı şekilde büyük bedeller ödedi. Bunların hepsi masada ele alınmalı. Şehit ve gazi ailelerinin bu sürece katılımını sağlamak için ne yapılacak? Bunların cevabını hükümet vermedikçe diğer konuşmalar boşa düşer.
*Süreçte bir yılı geride bırakıyoruz. Partinizin bu konudaki çalışmaları oluyor mu? Diğer siyasi partilerin kadın yapılarıyla ortaklaşmalarınız oldu mu? Olması gerektiğini düşünüyor musunuz?
Biz teşkilatlarımız üzerinden her defasında barışın nasıl sağlıklı yürüyeceğini ortaya koyuyoruz. İl, ilçe, mahalle teşkilatlarımız bu konuda çalışma yapıyor. Diğer siyasi partilerin kadın kollarıyla bir araya geldiğimizde de bu konular konuşuluyor. Ama tekrar edeyim: Ben bir STK değilim, siyasi partiyim. Politika üretmek zorundayım. Ortaya konulmamış bir politika için çalıştay yapmam doğru değil.
Ama davet edildiğimiz çalıştaylara katılmaya gayret ediyoruz. Hem söyleyecek sözümüz varsa ifade edelim, hem de dinleyelim diye. Türkiye’deki kadınların barış elçiliğini sürdürdüklerine yürekten inanıyorum.
Bizim ektiğimiz tohumlar… Bazısı buğdaydır, yazın ürününü alırız. Bazısı elma ağacıdır, 2–3 sene sonra meyvesini alırız. Bazısı çamdır, 10 yıl sonra… Bazısı gürgendir, belki 100 yıl sonra ürün verir. Ama biz tohumu ekmekle mükellefiz. Bunu siyasette de, toplumda da, sivil toplumda da yapmaya devam edeceğiz. Elimizden geleni değil, gereğini yapacağız.